İslamcı mitolojinin “yedi düvele kafa tutan padişah” diye anlattığı Abdülhamid, yedi düvelden borç bulmaya devam edebilmek için yedi düvelin “Duyun-u Umumiye” adı altında Osmanlı’ya gelip doğrudan vergi toplamasına izin vermişti. Bir ülkenin vergi toplama hakkını başkalarına devretmesi, egemenliğin devrine doğru atılmış kocaman bir adımdı ki, bunun sonuçlarının neler olduğu görüldü. Osmanlı belki Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra işgal edildi ama ondan önce çoktan bir yarı-sömürge devlet haline gelmişti.

Yeni-Osmanlıcılığın “Yedi düvele karşı mücadele ediyoruz” dediği şu günlerde, “Ulu Hakan” diye güzellediği Abdülhamid’in izinden gitmesinde pek şaşırtıcı bir yan yok. Damat, ABD’de Türkiye-ABD İş Konseyi toplantısında bunun “müjdesini” verdi ve “Maliye ve Dönüşüm” adlı bir ofis kurduklarını, bu ofiste 16 bakanlığın temsilcisinin yer alacağını, bu ofisin de McKinsey adlı uluslararası bir şirketle çalışacağını açıkladı.

Evet, bağımsızlık, antiemperyalizm, ABD’ye kafa tutmak, yerlilik, millilik masallarının havada uçuştuğu bir dönemde, iktidar gitti ve bir ABD’li firmayla, Türkiye ekonomisini denetlesin, raporlar hazırlasın ve bunu küresel sermayeye aktarsın diye henüz bilemediğimiz ama yüksek olduğunu tahmin edebileceğimiz bir meblağ karşılığı anlaştı.

Temel hedefin “kamuda tasarrufu ve gelirleri artırmak” olduğu düşünüldüğünde ve şirketin geçmişi de bilindiğine göre, şirket ve ofis birlikte üç şeyi yapacaklar: Birincisi, satılabilecek ne kadar kamusal varlık varsa özelleştirme adı altında satacaklar, ikincisi halkın sırtındaki vergi yükünü daha da artıracaklar, ve üçüncüsü hem kamuda personel sayısını azaltmaya, sözleşmeli çalışmayı dayatmaya hem de sosyal devlet adına yapılan harcamaları kısmaya çalışacaklar.
Amaç “IMF’siz bir IMF programı” izleyerek küresel sermayeyi memnun etmek, amaç iktidarın piyasa ekonomisine sadakatini, uluslararası sistemin dışına çıkmak gibi bir arayışının olmadığını yedi düvele göstermek.

Peki neden kredi de verebilecek IMF varken, benzer bir rolü üstlenecek olan ama kredi verme imkânı bulunmayan bir uluslararası şirketle anlaşma yapıldı? Bunun elbette ki hem yerlilik, millilik masallarıyla hem de “IMF’ye borç verir konuma geldik” yalanıyla doğrudan bir ilgisi var. Ancak esas neden başka. Parasını vererek anlaştığınız bir kurumun sizin isteğiniz hilafına raporlar yapması da, size basınç uygulaması da pek mümkün değil. Raporları en fazla öneri anlamına gelecektir ve önerilere uyup uymamaya da siz karar verirsiniz. Oysa IMF’yle anlaşma yaptığınızda, ancak IMF’nin talimatlarını yerine getirdiğinizde kredi dilimlerini serbest bırakacaktır ki, o talimatların çoğu “rejimin ekonomi-politiği”ne denk düşmeyecektir.

Evet, IMF ile iktidar piyasacılık, özelleştirme, esnek çalışma vb. konularda anlaşıyorlar, burada bir sıkıntı yok ama bizzat rejimin doğası şu an için rejimi IMF’ye gitmekten alıkoyuyor. O doğayla kastettiğim şey ise rejimin işleyişinde herhangi bir denge-fren mekanizmasına ve denetleyici herhangi bir kuruma, örneğin Sayıştay’a yer verilmemesi. Tam da bu nedenle, sayısız kez değiştirilen ihale kanununun da yardımıyla devasa ihaleler, Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) adı altında ve yap-işlet-devret modeliyle, yandaş firmalara, yolcu, araç, hasta yatış garantili olarak veriliyor, bunun karşılığında da bu firmalar rejimi farklı şekillerde fonluyorlar. Medya, vakıflar, bağışlar üzerinden işleyen “gayriresmi bir hazine”, “gayriresmi bir maliye” var karşımızda yani.

İşte bunun son örneği yeni havalimanı. CHP milletvekili Aykut Erdoğdu’nun aktardığına göre “Türk Telekom’dan sonraki en büyük yolsuzluk” söz konusu. İhale bedelinden tutun da, ihalenin süresinin hesaplanma biçimine kadar uzanan bir genişlikte, kamunun beş milyar avroya yakın bir zarara uğratılmasından bahsediliyor. Yani karşımızda 30 milyar liralık bir yolsuzluk var.

Rejimin “prestij projesi” olarak gördüğü üçüncü havalimanında, aslında rejimin ekonomi-politiğine dair her şey mevcut. Yandaş ihale düzenini, Hazine’nin nasıl zarara uğratıldığını, kamu kaynaklarının pervasızca savrulmasını, alınan komisyonları, taşeron ve güvencesiz çalıştırmayı, iş cinayetlerinde ölen işçileri, “Köle değiliz” deyip isyan ettiklerinde işçilerin seslerinin nasıl kısıldığını, yapılan tutuklamaları… Hepsini görebiliyoruz buraya baktığımızda.

Tüm bunlara karşın medet umacağımız yer IMF değil elbette. IMF’li ya da IMF’siz, iktidarın ekonomi politikalarının zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yaptığını biliyoruz. Tam da bu nedenle meseleye, meselenin doğrudan muhataplarının, yani halkın el atması, giderek derinleşen krizin yükünün kendi omuzlarına yıkılmak istenmesine itiraz etmesi, sesini yükseltmesi gerekiyor. Kurtuluş IMF’de ya da başka bir yerde değil, kendi ellerimizde.