İmge ve benzerlik

Bu akşam bir radyo istasyonuna gelirken bir fotoğrafçının yanından geçtim,” diye başlıyor. ‘Sanatla Direniş’ kitabında John Berger ve devam ediyor:

“Vitrine bir duyuru koymuşlardı: GERÇEKTEN SİZE BENZEYEN KİMLİK FOTOĞRAFLARI-ON DAKİKADA HAZIR! Benzerlikten/suretten bahsetmek, mevcudiyetten bahsetmenin bir başka yoludur. Fotoğraflarda benzerlik rastlantısaldır. Sadece tercih ettiğiniz sureti seçme meselesidir. Yağlıboya ya da karakalem bir portredeyse suret/benzerlik temeldir; o yoksa bir yokluk, koskoca bir yokluk vardır.”

Çok aşikârdır ki; bu fotoğrafçı dükkânı sahibinin yaptığı, yalnızca bir müşteri çekme metoduydu ve kamera karşısına geçen insanın belki biraz narsist, biraz egosantrik, kimbilir belki de tersi biraz ezik duygularını, yani mevcudiyetinin parçalarını ya da bir parçasını paraya çevirmenin yolu olarak görmüştü. Berger haklı, portre fotoğrafında bu ‘mevcudiyetin nasıl sunulacağı meselesini önemseyen çok, çünkü; bir kimlik fotoğrafınızda, gösterdiğiniz suret sizin seçiminizdir, selfi çekenlerin yüzlerine kondurdukları ifadelere dikkat ederseniz, yalnızca kendisinin beğenisi değil, o kişinin ‘sosyal çevresi’ tarafından -ki günümüzde artık buna ‘sosyal medya çevresi’ni de eklemeliyiz-, fotoğrafta gösterdiği suretin beğenilmesidir...

Resimde farklı işler. Berger’e kulak verelim;

“Başka birinin portresini yapmaya çalıştığınızda ona büyük bir dikkatle bakarsınız, yüzde ne olduğunu bulmaya, yüzün başından geçenlerin izini sürmeye çalışırsınız. Sonuç (bazen) bir tür suret olabilir, ama genelde ölü bir surettir, çünkü poz verenin varlığı ve gözlemin dar odağı, sizin tepkilerinizi bastırır. Pozu veren gider. Ancak belki o zaman tekrar başlarsınız, bu defa karşınızdaki yüze değil, artık içinizde olan hatırladığınız yüze bakarak. Gözlerinizi artık kısmaz, kapatırsınız. Pozu verene dair aklınızda kalan şeyin portresini yapmaya başlarsınız. Bu sefer yaptığınız şeyin canlı olma ihtimali vardır.”

Benzer olan yapılır, ama ölüdür. İmge ise: sağlamsa, iyiyse, doluysa eğer; birden söylenen sözde, yapılan şeyde gözünüzün önünde canlanıverir. Yani, dükkân sahibi fotoğrafçı: Constantin Brancusi’nin; “Ben kuşların resmini yapmıyorum, uçmanın heykelini yapıyorum,” dediğindeki gibi, imgenin dolu olmasının, sanatla bir yaratımın, ya da sanatla direnişin peşinde hiç değildi.

‘Sanatla Direniş’i okurken sürekli; ‘gerçek’ ve ‘benzerlik’ kelimelerini ve ikisinin bileşik hallerini kafamda taşıdığımı farkettim ve tabii ki imgeyi. Sonra kitapta; Vija Celmins’in yağlıboyaları ya da karakalemiyle yaptığı, tamamen el yapımı ‘İmgeyi Bellekte Sabitlemek’ ve ‘Denizin Yüzeyi’ adlı eserleriyle tanıştım. Birincisi, Celmins kumsaldan on bir çakıltaşı toplayıp, bunların bronz kalıplarını aldığı ve boyadığı, diğeri ise fotoğrafı çekilmiş denizin gerçeğinden ayırt edemediğimiz bire bir benzeri resmi...

Vitrin ilanını yazmış fotoğrafçı için, kimlik fotoğrafındaki suretin imgesi dolu olmuş boş olmuş bir önemi yok, benzesin yeter. Anlaşılır bir yanı var; o da onun geçim kapısı olması, sanatçı değil, imge üretmiyor. Peki ya Celmins’in? Hiroşima’da bombalar patlarken ya da Vietnam’da küçük bir kız çocuğu napalmdan yanmamak için kaçarken, dolarlar havada uçuşup insanlık sürünürken, çatılar uçarken, bacalar pislik kusarken, kan, cesetler, kemikler, hayatlar ve umutlar hepsi karışık harç olmuşken, kâr ve ekonomik büyüme endeksleri üzerine devletler ve şirketler yarışırken kimbilir belki de ressamın durduğu yer adına aşağıdaki cümlesiyle Celmins’e ince bir gönderme yapıyordur John Berger:

“Celmins’in şüpheciliği resmin asıl görüntünün önüne geçemeyeceğini söylüyor. Resim daima geridedir. Ama şöyle bir fark var: Resim bittiğinde imge sabit kalır. Bu yüzden de imgenin dolu olması gerekir- benzerlikle değil araştırmayla dolu...”