Kendini sanatla ifade ediyor Füsun. Sanatla anlamlandırıyor yaşantısını. Dili sanatı, onunla iletişim kuruyor dünyayla. Kültürünü sanatla çeşitlendiriyor. Zamanı sanatla aşıyor…

İmgelerine göz kırpan kadınlar
Füsun Kavalcı’ın Şevkiye Hanım adlı eseri.

İbrahim KARAOĞLU

Kadının sanatçı kimliği, en önemli özgürlük ve dönüşüm alanıdır. Çünkü sanatsal bir yaratıyı şekillendirme süreci; kimliğini, algılarını ve dünyasını şekillendirme hallerinin önemli bir boyutudur. Dini anlayışların, geleneklerin, göreneklerin, köhnemiş toplumsal aygıtların kuşattığı, tutsaklaştırdığı kadın yaşamının boyutlarını, zorluklarını; heyecan verici sanatsal deneyimlerle, imge ve sembollerle yepyeni bir gerçeklik yaratarak sunma biçimleri; değişerek, dönüştürerek çoğalmaktır; var olmaktır. Bu anlayışlarla sanatçı varoluşunun gerçekleştiren sıra dışı bir sanatçıdır Füsun Kavalcı. Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğretim görevlisi ve seramik sanatçısıdır. 36 yıllık sanat serüveninde, kariyerini oluşturan yapıtlarından özel bir seçkiyi “Füsun’un Kadınları” adlı retrospektif bir sergiyle sundu Fikret Otyam Kültür ve Sanat Merkezi’nde. Yaşamını adadığı yaratı sürecindeki hesaplaşmalarını, arayışlarını ve kendi biçemini oluşturma, biriktirme biçimlerini yansıtan bir büyük sergi kurdu. Bu sergi yalnızca öznel yaşamının bir yansıması değil, çağlar boyunca kendini gerçekleştirme ve özgürleştirme savaşımı veren kadınların da düşlerinin atlası. İki aylık bir sanat şölenine dönüştü bu görkemli sergi. Yüzlerce sanatçı ve sanatsever tarafından beğeniyle izlendi. Pek çok kültür ve sanat insanı bu sergiye ilişkin ilginç, beğeni yüklü yazılar yazdılar. Nisan ayında, bir hafta sonu, onun yaratma süreci üzerine bir söyleşi yaptık Füsun’la; yoğun bir katılımla gerçekleşti bu etkinlik; dostları ve sanatseverler, Füsun’un yaratı serüvenindeki yolculuğunun, yaşadığı varyantların, değişimlerin öyküsünü dinlediler.

Kendini sanatla ifade ediyor Füsun. Sanatla anlamlandırıyor yaşantısını. Dili sanatı, onunla iletişim kuruyor dünyayla. Kültürünü sanatla çeşitlendiriyor. Zamanı sanatla aşıyor… Kendi kimliği esas motivasyonu. Kendini ifade etme motivasyonları üzerinden özgürce sunuyor kimliğini. Yansıttığı özü özgürce şekillendiriyor. Biçimi kendi biçemiyle dillendiriyor. En temel izleği; kadın/kendi. Yapıtlarında özgürleştiriyor kadınları; gerçek yaşamda da öyle olsunlar istiyor; kadınlar özgürleştikçe yaşamın çok daha anlam kazanacağına inanıyor. Bundandır belki de her yapıtının sevgi ve yaşam dolu oluşu. Kendine ve yaşama karşı sorumluluğu sanat. Yapıtlarının içindeki her şey kimliği, duyguları, düşünceleri. Sanatla yansıtıyor bunu. Başkalarının beğenisine değil, duygularına, algılarına sesleniyor…

Hâlâ çocuksu bir merakla bakıyor her şeye. Yaratıcılığının kaynağı merak, saflık ve çocukça bir bakış. Bu bakış uyandırıyor içindeki yaratma cesaretini ve tutkularını.

Odaklandığı ana izlek, derin ve karmaşık yapılarıyla kadınlar ve onların ruhlarındaki gizem. Kadının melek olmayan halleri onun yapıtları. Özgürlük, sevgi ve güveni gerçekleştirmeyi çok önemsiyor.

Ruhları, bedenlerinin içinde bir hapishaneye dönüştürülen kadınları özgürleştiriyor yapıtlarıyla. Bu duygular bağlamında sorguluyor kadın yaşamının özgürleşerek var olma boyutlarını. Onların duygularını özgürce yansıtmak istiyor. Tarihin her döneminde yaşamış, dünyanın tüm kadınlarını yücelten, her dilden her ulustan kadınları anlatan yalın, minimal bir ifade biçimiyle sunuyor yapıtlarını. Amerika’da ve dünyanın değişik yerlerinde sergilenen yapıtları da Anadolu’da sergiledikleri de aynı sanat dilinin biçemiyle oluşturdukları; yaşamın kirlerinden arınmış, saf kadınlar.

Yıllardır sanatsal etkinliklerini, sosyal sorumluluk projelerini yakından ve çok severek izlerim. Kendine ve düşlerine inanmasını, öğrencilerine güvenmesini çok önemserim. Zaman zaman uğrarım atölyesine; çok ilginç sürprizler karşılar beni. Mutlu olurum. Her atölye ziyaretinde tüm yapıtları yeniden gözden geçiririm. Ve özel bir yapıtı sessizce çağırır beni yanına:

Atölyenin kuytu bir köşesinde durur hep, kurşuni bir hüzünle bekler. Sıradan bir dokunuşta bile duyumsanır sanki hikâyesi. Her bakışınıza usulca dokunur “Şevkiye Hanım”. En uzaklardan, çocukluk anılarının birinden kalma en dokunaklı bir bakışla süzer sizi. Daha ilk gördüğümde, Anna Ahmatova’nın bir şiirini anımsatmıştı bana; “Özenle ördü saçlarını/ Sanki yarına hazırlıyordu onları…” Bu dizelerin anlamını tamamlayan bir heykel gibi durur karşımda. İçinde ateş uykusu saklayan bir duman gibi boğuk, küllerin içinde kalmış gibi kurşuni bir tutam saç; üzerinde manda boyunuzu kemik bir eski zaman tarağı unutulmuş sanki. Eski bir sandukanın içinde saklanmış, gizine akıl ermeyen kutsal bir emanet gibi bekliyor.

Bazı şeyler belli belirsiz, bulanık, mat, flu bir aynanın içinde, okunaksız bir yazı gibi durur; hiç yaşanmamış gibi. Oysa küçük bir çağrışım değiştirebilir her şeyi; anıları dalgalandırır belleğin diplerinden, dehlizlerini ışıtır unutkanlığın, aydınlanır aynanın içi. Yeniden hatırlarsınız hiç unutmak istemediğiniz şeyleri. “Hatırlamak buluşmaktır” der ya Cibran, tam da öyle olur; buluşursunuz. Ve bir gün, Füsun Kavalcı’nın retrospektif sergisinde, galerinin hemen girişinde yeniden karşılaştığımda “Şevkiye Hanım” yapıtıyla, dayanamadım; yazmalıyım dedim öyküsünü. Ama önce, Gülten Akın’ın “Kestim Kara Saçlarımı” şiirine belendi zaman. “Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön/Yasaktı yasaydı töreydi dön/İçinde dışında yanında değilim/İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi/Bu nasıl yaşamaydı dön./Onlarsız olmazdı taşımam gerekti kullanmam gerekti/Tutsak ve kibirli –ne gülünç öfke be-/Gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez/İçimde gittikçe bunaltı gittikçe bunaltı/Gittim geldim kara saçlarımı öylece buldum./Kestim kara saçlarımı…” Ne zaman baksam Füsun’un “Şevkiye Hanım” yapıtına, durmadan dolanır bu şiir içimde. Ve Füsun’un anlattıkları gelir aklıma; “Şevkiye Hanım, saçımı taramayı öğreten babaannem. Ankara, Kurtuluş’ta babaannem ile yan yana apartmanlarda otururduk. Annem gezmeyi çok sever ve gezmeye gideceği zaman beni hep babaanneme bırakırdı. O zaman beş-altı yaşlarındaydım. Babaannem çok titiz bir kadındı. Beni kapıda gördüğünde hemen başımı koklar, ‘Ah evlatcım gene pis bırakmış seni’ der ve beni hemen yıkamak için banyoya sokardı. Banyo sobalıydı. Hiç üşenmez sobayı yakar, bir kova sıcak suyu soğuk su ile ılıtır, beni bir tabureye oturtur, maşrapa ile başımdan su dökerek kafamdan büyük bir kalıp sabunla yıkardı. Durular, giydirir, saçlarımı tarar, başımı koklar ‘Oh mis gibi kokuyorsun şimdi’ der, içi rahat eder ve gündelik işlerini yapmaya devam ederdi.

Gene böyle bir gün, babaannem beni banyodan çıkardı, duruladı, giydirdi tam saçlarımı tarayacakken komşusu geldi.

Beni, salonda duran yeşil, desenli, kenarları fırfırlı örtüsü olan sedire oturturdu. Tararken saçlarım etrafa dökülmesin diye kucağıma beyaz bir havlu serer ve elime de bir kemik tarak verdi. Saçlarını tara dedi. Uzun olan karmakarışık saçlarımı açmak için zorlarken babaannemden bir çığlık atardı, ‘Evlatcım ne yapıyorsun, böyle saç mı taranır’ deyip, elimden, açık sarı hareleri olan kemik tarağı alıp; ‘Bak evlatcım saç öyle yolunarak taranmaz’ derdi ve alnımın kenarından ince bir tutam saç ayırırdı, kemik tarağı ile hafifçe yukardan aşağıya doğru kaydırarak saçımın ucuna kadar indirdi. Tabii hiç saçım dökülmez ve canım yanmazdı. ‘Bunlar birbiriyle arkadaş, dost, bunlara güzel davranacaksın, bunları incitmeyeceksin’ derdi. O günden bugüne saçlarımı, babaannemin öğrettiği gibi tararım.”

Füsun’un çoğu yapıtları yaşanmışlığın öyküsüdür. Onun bir başka yapıtı da sevgili Prof. Dr. Filiz Yenişehirlioğlu’na bir göndermedir. Öğrencilik zamanlarından beri idolüdür Filiz Hoca. Onun üretkenliğini, çok yönlülüğünü, sıra dışı akademisyen duruşunu, doğallığını, dürüstlüğünü vb. kimliğini yansıtır.

Yaşamı savunduğu için katledilen Metin Lokumcu’nun mezarını da ince ve yalın bir duyarlılıkla tasarlamıştır Füsun. Ve biliyorum ki Hüseyin Erol’la birlikte gerçekleştirdikleri bu tasarım bu nedenle ödüllendirilmiştir.