İç kalkınma” diyor bir yerde Ricoeur, her şeyden engellenmiş ve her şeyden koparılmışken yapılması gereken. Bütün bu yaşanan olumsuzluklara karşı direnç, ancak bir iç kalkınmayla, düşünce yaşamındaki canlanmayla mümkün olur.

Nasıl şiir yazılması gerektiğini, yemeden, içmeden, uyumadan arkadaşlarla tartıştığım günleri hatırlıyorum da… Şiir tartışırken meselenin sadece şiir olmadığını bilirdik, poetika ideolojiden farklı bir şey değildi. Her şeyi, hayattaki en küçük detayı bile yoğun bir arzuyla anlamlandırmaya çalışmamız, imkânsızı isteyen bir ruha sahip olmamızdan kaynaklanıyordu.

O imkânsız ruha, bir çocuğun bakışlarında ya da bir kitabın sayfalarında rastlamak, yenileyici bir güç. Ben buna kendini hatırlamak diyorum. Sadece baskı ve katliamlarla kuşatılmışlığa, yükselen faşist eğilimli muhafazakârlığa değil, yıllar yığını biriktikçe insanın özbilincini yitirdiği bütün bu tuzaklarla dolu çalışma, eğlence, dinlence hayatına, kendini hatırlamaksızın başka nasıl direnilebilir ki?..

Külüstür otomobilimize atlayıp şehirden kaçmayı bu yüzden istemiştik, kendimizi hatırlamak, imkânsız ruhumuzu serbest bırakmaktı isteğimiz. Tony Gatlif’in “Transylvania” filmindeki otomobille yolculuğa çıkan âşıklar gibi hissediyorduk kendimizi, bir yandan filmin müziklerini dinliyorduk.

Nereye gittiğimize dair hiçbir fikrimiz yoktu, ama deniz kenarında ilerlerken karşımıza çıkan o patikaya sapmamız gerektiğini biliyorduk. O patika bizi, terk edilmiş, kapısı penceresi kırık deniz kenarındaki bir eve çıkarmıştı. Yağmuru ve denizi izlerken, eski günlerdeki imkânsız ruhumu düşünüyordum. O günlerden aklımda kalan Sartre’ın “erdemlerimiz mutlak güçsüzlüğümüzden doğmuştur” sözünü yazdım defterime. Güçsüzlüğü umutsuzluk olarak yaşamamak gerektiğini anlatan bu sözü, bugünlerde sık sık hatırlamak gerek.

Evin içinde masa ve sandalyeler bulduk, bir de gaz lambası... Belli ki bizim dışımızda da burayı keşfedip gelenler olmuştu. Kırık camdan içeriye soğuk giriyordu. Sonra şömineyi keşfettik. Ateşin karşısında ısınma hayaliyle evin içinde bulduğumuz odunları şömineye yerleştirip yaktık. Her şeyi bir düşteymiş gibi yaşıyorduk. Bırakıp geldiğimiz hayat, çok ama çok uzaktı o an ve gerçekte bize ne olduğunu daha iyi anlıyorduk. Yabancılaşmıştık, her ânımızı başka bir varoluşun içinde yaşamak zorunda bırakılmıştık. Burada, yanı başımızda bizimle yanan ateşe bakan, küçük bir çocuğun bakışlarında ya da bir kitabın sayfaları arasında rastladığımız o imkânsız ruhu istiyorduk, ilelebet…

Bunun için kendimize bir “iç kalkınma” planı hazırladık, içimizdeki isyana sıkı sıkıya sarılmadan o ruhu canlı tutamazdık. Paul Nizan’ın insanı esir alan küçük şeylere dair tespitlerini konuştuk sonra. Büyük şeyler değildi mesele, gündelik hayattaki o gerçekte hiçbir önemi olmayan küçük şeyler, engeller, kuşkular, yanlış anlamalar, alışkanlıklar, nesneler… “Gerçek esaret, küçük düşmanları yenmekten geçer” demişti Nizan “Aden, Arabistan” kitabında: “Yapmamız gereken, bizi bir terbiye sürecine maruz bırakmayan, ağırlık ve uzunluk standartları bürosunda hesaplanmış eylemlere mecbur etmeyen nesneler keşfetmek. İnsanın içindeki hiç kullanılmamış yetileri uyandıracak nesnelerin icadıyla birlikte, Platon’un ütopyalarından çok daha heyecan verici bir dünyanın oluşacağını hayal edebiliriz. İnsanın, bedeninin, içgüdülerinin, güzel sanatların bütün güçleri bu sayede harekete geçirilmiş olurdu, insanlığın varoluşu kendini hissettirirdi. O günler gelinceye dek, yoksulluğumuzla, nesnelerin gelenekleriyle, kardeşlerimizin saplantılarıyla yaşayacağız, ama kimse mutlu olmayacak.”

Ateşe bakarak hayaller kurarken, Melih Cevdet Anday’ın “Bir Misafirliğe Gitsem” şiirindeki gibi bir uyku, adımızı bile unutturacak kadar derin bir uyku, sarıp sarmalamıştı imkânsız ruhumuzu…