Yoksulluğun ve açlığın hız kesmeden artış gösterdiği, halkın bırakın geçinmeyi kuru ekmeğe muhtaç hale geldiği bu günlerde, nitelikli gıdanın üretim ve tedarikinin, toplumsal eşitlik için önemli bir mücadele alanı olduğu da kendini kanıtlıyor. İktidar, öte yandan, halkın bu anlamda sağlık ve beslenme sorununu görmezden gelmekle kalmıyor; gıda üretim ve tedarikinin önemli aşamalarını ilgilendiren mal ve hizmetleri birer imtiyaz olarak yandaşlarına sunmayı sürdürüyor.

Geçtiğimiz hafta TBMM gündemine de taşınan İstanbul Zirai Karantina Müdürlüğü’ne ait 10 dönüm arazinin ve de binanın İlim Yayma Vakfı’na ait Sabahattin Zaim Üniversitesi’ne tahsis edilmesi ve zorla boşaltılması için baskı yapılması da bu adımlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.

Zirai Karantina Müdürlüğü, ithal ve ihraç edilen gıda ürünlerinin kontrol edildiği bir yer. Yani GDO’lu ürünlerin veya başkaca zararlı organizmaların ve hastalıkların kontrolünün yapılarak denetlendiği bir laboratuvar. O nedenle de, Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin geçtiğimiz haftalarda yaptığı açıklamada isabetli bir şekilde ifade ettiği gibi, başka bir işlevi sürdürecek bir vakfa tahsisinin yarattığı baskı, zirai karantinanın bir ulusal güvenlik sorunu yaratacağını da gösteriyor:

“İthalat ve diğer yollarla, bitki, bitkisel ürün ve diğer maddelerin girişlerinde tarımı, ekosistemi ve halk sağlığını tehdit edecek zararlı ve hastalıkların kontrolünün sağlanamaması, ekolojik, ekonomik ve sosyal sorunlar yaratacak stratejik öneme sahip bir ulusal güvenlik sorunudur.”

Açıklamada ayrıca, binanın laboratuvar altyapısının ve diğer gereksinimlerin imalatı, taşınması ve validasyonu için ihtiyaç duyulan sürenin beklenmediğine; taşınma baskısının, Zirai Karantina Müdürlüğü’nü işinden alıkoyma pahasına sürdüğüne dikkat çekiliyor. Tüm bunlar, gıda üretim ve tedarikine ilişkin olduğu kadar, kamusal mal ve hizmetlerin yönetimine ilişkin olarak da bir dizi sorunu tartışmaya açıyor.

Bina tahsisinin bir sonucu olan baskıcı yaklaşımın sürdürülmesi halinde, ithal ürünlerin kontrollerinde zafiyetler yaşanacağını ve sonuçta sürecin ithalatçı şirketlerin kontrolünü güçlendireceğini öngörebiliriz. Bu, çeşitli hastalıkların ve zararlı ya da genetiği değiştirilmiş organizmaların yayılmasının, ekiminin ve tüketiminin artıracağına dair de bir zafiyet ortaya çıkarıyor. Zaten hâkim olamadığımız tarım ürünleri ithalatına, bir muamma daha ekleniyor. Böylece, gıda güvenliğine dair güvencesizlikleri de artırarak gıda krizini de derinleştiriyor. Hâlbuki 2018’de yaşadığımız şarbon krizini, tam da bu türden ithalat güçlendirici, yerel denetimi zayıflatıcı politikalara borçluyuz.

İlim Yayma Vakfı ihtiyaçlarının hükümet nezdinde, halk sağlığı için temel bir hizmetin sürdürülmesinden daha öncelikli olması, yukarıda ifade ettiklerime ek olarak, piyasacı ve yandaşlık ilişkilerine dayalı kamuculuk kavrayışı ve politikası sorununa da tekabül ediyor. Oysa içinde bulunduğumuz pandemi süreci, hiçbir ihtiyacın toplumun sağlıklı olmasından ve yeterli, nitelikli gıdaya erişmesinden daha önemli olamayacağını aylardır, binlerce kayıpla kanıtladı. Keza, kamu otoritesi olarak devletin şirketler ve vakıflar biçimindeki rant ağını destekleyecek biçimde örgütlenmesinin bir halk sağlığı sorunu olduğunu ve buna rağmen, hükümetin tüm bunlara bir çözüm üretme niyeti olmadığını da kanıtladı. Böylesi bir kamu ancak, kurumlarını zarar ettirir, çiftçinin traktörüne el koyar, emekçinin, öğrencinin borcunu katlar, yoksulluğu ve açlığı artırır, toplumu sorunlarıyla baş başa ve çaresiz bırakır.