Meclis işlevsizleştikçe ‘siyaset yapanlar’ milletvekili olmayı daha çok ister oldular!

İlk bakışta paradoks gibi duran bu durumu, son hekim intiharlarına kadar uzanan bir değişim belirliyor olabilir. Acaba bu hali, bireysel ya da örgütlü eylemlerin, olup biteni değiştirebileceğine olan inancın yitirilmesiyle açıklayabilir miyiz? İnsanlar olup bitene müdahale etmelerinin imkânsız olduğuna dair bilinçsizce de olsa bir yargının esaretine girmiş olabilirler mi?

Siyasetten devam edelim. Siyasal faaliyet, olmakta olana müdahale etme işi. Varolan toplumsal duruma dair bir analizden yola çıkarak, bu durumu başka bir hale çevirme iddiası ve pratiği. Sendikal faaliyetlerden örnekleyelim. Bir sendika içinde yönetici pozisyona gelen bir kişinin amacı, öncelikle üyelerinin genel de ise bütün işçi sınıfının hayat koşullarının daha iyi olması için çaba harcamak olmalı. İnsan yoksa niye sendika lideri olur?

Olağan koşullarda söz konusu kişi sendikal çalışmalarında başarılı olduğunda benzer ideolojilere sahip siyasi partilerin onu partiye almak için yarışmaları beklenir. Amaçları başarısını hükümet politikasına çevirebilmektir. Sendika lideri de milletvekili belki çalışma bakanı olmayı, işçi sınıfının koşullarını ülke genelinde iyileştirmek amacıyla ister.

Neden çoğumuza yukardaki iki paragraf “Ayşegül okula gidiyor” benzeri bir ilkokul masalı kadar naif geliyor?

Hayaller böyleyken gerçekler nasıl? Sendikada bir pozisyonun ucundan tutan herhangi bir kişinin ilk amacı yönetime gelmek oluyor. Yönetime gelenin bütün uğraşı ise milletvekili olmak oluyor. Sendika içinde yaptığı her çalışmanın, kurduğu her ilişkinin temel belirleyicisi, onun şu ya da bu partiye kapağı atmasından öte olmuyor.

Bu durum sadece sendikalar için geçerli değil. Hastane başhekimi, dekan, rektör ve daha garibi sivil toplum kuruluşları da aynı çarkın içinde. Gazetecisi, televizyoncusu, sanatçısı, yazarı çizeri de.

Bu insan tipi, içinde bulunduğu örgüt için değil, kendisi için çabalıyor. Milletvekili olduğunda elde ettiği ekonomik haklar ve ailesinin sağlık vs güvenceleriyle açıklamak mümkün değil bu hali. Milletvekili olduğunda yaptığı tek şey parti lideri ne derse ona göre oy kullanmak ve bir sonraki dönem adaylığını garantide tutmak için parti içi güç dengelerini iyi gözetmek.

Hiçbir işlevi olmayan Meclis’in hiçbir gücü olmayan vekili olmak için bu kadar çaba niye olabilir?

Çok eski değil, benim öğrencilik ve asistanlık yıllarımda tıp öğrencisi ve asistanlarının çalışma koşulları birçok alanda bu günden çok daha ağırdı. Örneğin bazı cerrahi dallarında asistan olursanız 2 yıl gün aşırı nöbet tutmayı göze alırdınız. Bu, iki yıl boyunca her 48 saatin 36’sını hastanede çalışarak geçirmek demekti. O dönem akademide kalarak profesör olmak da ancak bilimsel faaliyet yapmak isteyenlerin amaçladığı bir yoldu. Örneğin çok iyi bir klinisyen akademide kalmayı çok önemsemezdi. Hatta daha çabuk ve çok para kazanmak isteyenler akademinin kahrını çekmek istemezdi. Bugün neredeyse her tıp öğrencisi bir an önce uzman, ardından doçent ve profesör olmak istiyor. Bu isteğin bilim yapma arzusuyla pek ilgisi de yok. Çünkü Türkiye tıp fakültelerinde akademiye geçenlerin yayın sayıları profesör olduktan sonra hızla düşüyor! Yani profesör olmak daha çok, daha özgür, daha yetkin bilimsel üretim için değil, daha dokunulmaz olmak için isteniyor.

Günümüzde tıp fakültesini bitiren bir doktoru ya da uzmanlığını alan bir uzman doktoru bekleyen derin bir anlamsızlıktan başka bir şey değil. Anormal bir iş yükü ve sürekli performans baskısı altında bir tür ‘vasıfsız işçi’ koşullarında çalışmak zorunda.

Kendisini düşman gibi gören hasta karşısında sağlıktaki özelleştirmenin getirdiği olumsuz tanı tedavi süreçlerinin cenderesinde gün saymaktan başka bir yolu olmadan çaresizce ‘çalıştırılıyor’. O da ne yapsın kısmi de olsa bir tür korunma sağlayabilecek doçentlik, profesörlük yoluna girerek ‘kendisini’ kurtarmaya çalışıyor. Bir kere akademiye girince yaklaşık on yıl yayın ölçütlerini halletmek için ‘bilimsel makale’ üretmeye çabalıyor, sonunda profesör olunca da her şeyi bırakıyor. Artık kolay kolay kimse ona dokunamıyor, o da dokunulmaması için düzen ne gerektiriyorsa ona uyuyor.

Milletvekilliğinin siyaset yapmak için, profesörlüğün de bilim yapmak için değil sadece kendini kurtarmak için istenmesi arasında bir bağ var. O da insanların “bir şey yaparlarsa bir sonuç alabileceklerine” dair inançlarını yitirmiş olmaları galiba.

Bu halin hayatın her alanında, her türden meslek ve etkinlik için örneklerini çoğaltmak mümkün. Siyaset dünyayı değiştirmek ise siyasal olana inancın yitmesi, hayatın her alanında bireyin kendisine olan inancını yitirmesiyle bağlantılı olmalı. Bu vasat toplumun sağcılaşmasını da kolaylaştırıyor. Fakat maalesef benzer inanç yitimi hızla sola da yayılıyor. Belki de sol siyasetin mücadele etmesi gereken ‘somut durum’ bu inanç yitimi hali.