Sıradan bir gündü. Anlatmaya değer hiçbir şey yoktu… dışarıdan baktığında!

İner misin çıkar mısın?

SİNEM SAL - @sinemsal

Sıradan bir gündü. Anlatmaya değer hiçbir şey yoktu… dışarıdan baktığında! İnsan kendisine de dışarıdan bakınca anlatmaya değer görmüyor, hem kendisini hem de başkalarını. 8 yaşımdaydım ve kafamın içinde yaşıyordum. Kafamın içi, dünyaya bir savaş açmıştı ve bu savaşta kendimden yana olmak istiyordum. Cepheyi boş bırakmamalıydım. Bu hikâyenin kahramanı benim. Ve sen artık benim yerimdesin.

Çekirdekten hallice ailemizle salondayız. Babaannem ve dedem tam karşımda oturuyor. İnsan, yaşlanınca yem bekleyen hayvanlara benziyor. Gençliğindeyse yemlenmeye çıkan yırtıcı hayvanlara… Bu ikisinin arasındaki geçiş tam olarak ne zaman gerçekleşiyor, hiçbir fikrim yok. Yandaki koltuktaysa kardeşim Oğuz oturmuş, bulmacadaki kadınlara sakal bıyık çizerek en başarılı trans ameliyatını gerçekleştirmekte. Ama Oğuz’un kafasında tel örgüler ve zımparalar var.

Patlayan havai fişeklerle birlikte gözlerimizi kapaklı televizyonumuzun içine çeviriyoruz. Yarışma başlıyor. Babam sahnede... kutu şeklinde bir platformun üstünde duruyor. Seyircilerden alkış aldıkça yukarı doğru yükselmeye, seyircilerden gelen alkış azaldıkça ışıklı platform aşağı doğru inmeye başlıyor. Annem, dört ayağının üstünde... Babam ayakkabılarıyla, annemin kalçasına tekme atıyor arada. Bir tekme daha… Sonra bir kafa! Bir kafa daha…Seyirciler alkışlıyor. Platform yükseliyor. Babam yükseldikçe, daha çok tekme atıyor. Sonra hep alkışlar.... Babaannem ve dedem de büyük ödülü kazanacağız diye heyecanla gözlerini açmış, oğullarını destekliyor. Ben mi? Bacaklarımı açmadan, eteğimin üstünde tuttuğum ellerimle annemin yenilirken nasıl da alkış aldığına tanık oluyorum.

En tepeye çıkıyorlar annemle babam. Ağzı yüzü dağılmış kadını saçlarından tutup seyircilere gösterdiğinde, kare platform bir minare kadar yükselmiş oluyor. Gevşek gülüşlü sunucu geliyor ve büyük alkışlar eşliğinde sıradaki yarışmacıyı sahneye çağırıyor.
Kardeşim Oğuz… Vay tipsiz! Demek, yarışmaya başvurmuş. Platform yeniden sıfırlanmış durumda. Seyirciyle aynı hizada. Bütün başlangıçlar yanıltıcıdır. Aslında bütün sonlar da. Şehitler için şiir okuyor Oğuz. Alkış aldıkça, ağlamaya, ağladıkça, göğsünü parçalamaya başlıyor. Seyirciler ayakta… Oğuz, platformun en tepesinde. Bütün ışıklar onun üstünde ve en yükseğe geldiği anda göğsünden bir Türk bayrağı çıkarıyor. Alkışlar… Ringten yeni inmiş bir boksör gibi herkes ona sarılırken o da yumruklarını terleyen, açık göğsüne vurarak “Tamam, sağ olun, sağ olun” diyor.

Oylamaya devam... Şiddet yanlısı babam yerini kimseye kaptırmasa da hemen peşinden kardeşim Oğuz büyük ödüle aday oluyor. Stüdyonun ışıkları aniden söndürülüyor. Kalbimin de. İhtişamdan yoksun anların kraliçesiyim ben. Işıklar kapandıktan sonra, gerçekten varılan rüya aleminde yaşamaya adanmış ya da atanmış olmasaydım eğer, platforma çıkar alkış alırdım.

Şimdi sıra dedem ve babaannemde... Beyaz namaz baş örtüsünü başına takan babaannem, dedemin dizinin dibine oturmuş. Dedemin elinde de ney var. Birden ilahi okumaya başlıyorlar. Sahne ışıkları onların üzerine birer nur gibi yağıyor. Bembeyaz yüzlü babaannemin bir melek olduğuna neredeyse ben bile inanacağım. Seyircilerin gözlerinden yaşlar gelirken, kadınlar baş örtülerinin ucuyla burunlarını siliyor. Kamera buğulu bir şekilde onu çekerken, hepimizin kafaları yuvarlak bir balon içinde, ekrana düşüyor. Fırıl fırıl dönüyoruz ilahi eşliğinde ve alkışlar yükseliyor. Dong sesiyle birlikte, süre sona eriyor ve kare platform yeniden, sahneyle aynı seviyeye geliyor. Din, tanrıları değil de insanları ikna etmek için icat edilmiştir. Bunu bir kez daha anlıyoruz.

İnsanların bütün işaret parmakları benim üzerimde. Kırmızı elbisemin uçlarını tutarak sahneye çıkıyorum. Annem pazardan onu almak için, babaanneme yalan söyledi. “Plastik bulaşıklık kalmamış pazarda, her yeri aradım taradım yok,” dedi. Bu kırmızı elbise bizim suç unsurumuz. Neyse. Pazarcı, beni ekranda görüp tanımazsa, sorun yok. Mikrofonu ağız hizama kadar indiriyorlar:

“Size bir masal anlatacağım. Bir gün, hava her zamankinden daha güneşliydi. Saat akşam beş civarı olmalı. Kızıl saçlı bir genç adınla, dünyanın en güzel gülümseyen adamı parka girdiler…” Sahnenin yaklaşık bir adım altına düşüyorum. Stüdyoda ses yok. Masalıma devam ediyorum. “Sonra parkta birbirinin elini tutmak istiyorlar. Yani içlerinden öyle geçiriyorlar. Belki dünyadaki herkes için önemsiz olan bu an, kızıl saçlı kadının kalp krizi geçirmesine rağmen o sırada hayatta kalmasıyla sonuçlanıyor. Aslında zaten, aşk her yerde böyle.” Bir gümmmmm daha düşüyorum. Seyircinin yüzünü görebilmek için mikrofona uzanmak zorundayım. Masalıma devam ediyorum. “Adam, kadını saçlarından tam öpecekken, aralarından bir sinek geçiyor. Adam, eliyle sineği itiyor. Kadının yüzüne doğru eğilerek onu öpüyor ve ayrılmaları gerektiğini söylüyor.” Bammmmm! Seyirciyi görmüyorum. Sahne ışıkları artık yalnızca onların üstünde. Önümdeki duvara bakarak devam ediyorum. Gücümü toplamalıyım; anlatmalıyım. Arada kalan şeyleri önemsiz görünenleri, zalim olmadan güçlü olanları ben de anlatmalıyım. Hadi! “Sonra kadın yeniden kalp krizi geçiriyor. Kurtarılamıyor. Bu, aradan geçen sineğin hikâyesidir. Yemin ederim.”

Bammmmmmm! Sahnenin en dibindeyim. Seyirciler yok. Sesleri de.
Oylar, geriye kalanlara… Herkes, önceden duyduğu masallarla uyumak istiyor. Sonunu bildikleriyle… böylece sonuna kadar dinlemek zorunda kalmıyorlar. İhtişamlı olmayan anların kraliçesiyim. Sen de yani. Ama artık, bir hikâyem var.
Senin de yani. Bu, inan bana, aradan geçen sineğin hikâyesidir.