Kimi münafık, muhalif takımının bu “özgürlükçü” yasadan memnun olmadığını biliyorsunuzdur. Onların -ki arada bir benim de aklımı çelerler- dediklerine bakarsanız, terörle ilgileri olmasa da terör kapsamına sokularak politikacıların, insan hakları savunucularının, gazetecilerin kapsam dışı bırakılmaları pek de adil olmamıştır. Olmamış olabilir, olmamışsa olmamıştır ama mutlaka bir şey olmuştur.

İnfaz nüfuzdan gelir, siyaset hepsidir

“İnfaz” bildiğiniz gibi Arapçadan dilimize Osmanlı döneminde girmiş, iyice yerleşmiş, çıkıp gitmeye hiç niyeti olmayan bir kelimedir. “Emri uygulama, yerine getirme” demektir. Ben uydurmuyorum, öyle yazıyor; “geçirme” anlamına da geldiği Osmanlıca sözlüklerde kaydedilmiştir. Aynı kökten türemiş “nüfuz” kelimesi de yine “geçirme” anlamındadır ama yaygın kullanımı, yakışanı “içine işleme”, “etkin olma” olarak yazılmıştır. Türkçede “nüfuz ticareti” yani “makamdan yararlanarak iş bitirme” derin anlamıyla da meşhur olmuş, sıkça kullanılmış, pek işe yaramıştır. İnfazın özellikle 2000’li yıllardan sonra yaygınlaşmış “yargısız infaz" halinin “gayrı resmi surette uygulanan hukuksuz iş” anlamında çok yönlü, pek işe yarar bir kullanımı olduğunu da belirtelim; daha uzun yıllar marifet göstereceği bellidir, kalıcıdır.

İşte şimdi yine gördünüz; “infaz”, “yargısız infaz”, “infazda indirim” laf-ı güzafı günümüzde pek revaçtadır; bir kere başlayınca Arapça sızıyor artık yazıya, dillerini siyasete göre ayarlayan siyasetçinin, gazeteci cehaletinin pek sevdiği kelimeler, tamlamalar olarak yazılıp çiziliyor. Bu kelimelerin siyasetle ilişkisi de hiç kuşkusuz siyaset kelimesinin Arapça anlamından bağımsız değildir. Osmanlı’da “siyaset meydanı” denilince Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı değil, suçlu ya da suçsuzların, (artık suçları her neyse, göğüslerine iğnelenmiş ak kâğıtta yazılıdır) darağacına çekildikleri, yani asıldıkları, idam edildikleri meydan manasındadır ki kelimenin gerçek anlamı ise “seyis” yani at terbiyecisinden mülhemdir, yönetmektir, yani bildiğiniz politikadır.

İnfazın politikayla, siyasetle bir araya geldiği yere gelince… Geçtiğimiz günlerde arada sırada başka işlerini, tatillerini bırakıp, önemli kararları kanun haline getirme vazifesini başarıyla yerine getiren Parlamento’nun (burada durayım da parlamento lafının da Latince kökünden türeyip Fransızca “Parler” söz, konuşma anlamına yerleştiğini, yine aynı anlamda İtalyanca “Parole”den “palavra palavra”ya, Ajda Pekkan’ın da pek güzel söylediği şarkıyla bize kadar uzandığını; aynı zamanda şifre anlamına geldiğini de ekleyeyim) konuşma, tartışma yeri olduğunu bilirsiniz, bilir misiniz? Parlamento, sevgili dostlarım Türkiye İşçi Partisi Başkanı Erkan Baş’ın, daha doğmadan yoldaş Barış Atay’ın, CHP’nin cevval vekilleri hep gazeteci sevgili Utku Çakırözer’in, Özgür Özel’in, Sezgin Tanrıkulu’nun, Veli Ağbaba’nın kimilerini kızdırdığı, kimi vekilleri de tam uyuyacakken uyandırdıkları yerdir.

Pek çok tartışmaya, yankısı hâlâ süren polemiklere sahne olmuştur; havada uçuşan tekme tokat kavgalar, kelime hazinemizi zenginleştiren küfürler bir yana bırakılırsa, tarihi bakımından pek önemli pek kahraman bir yerdir eskisiyle yenisiyle bu güzel mekân. Bu mekânda şimdilerde ne yazık ki, başka bir ses egemendir. Hiç ama hiç sosyal olmayan ama medyası gürültüsü çok olan o ses kulağımın dibinde sinsi bir kötülüğü fısıldar durur…

Kader kurbanı adi suçlular

Siyaset, parlamento, infaz derken, hayata dönelim. Geçen hafta işte bu mekânda, mekânımızda siyasetin en önemli konusu olarak infaz yasası daha doğrusu “adi suçlu” ya da “kader kurbanı” mahpuslara kapıları açan, bir kısmının hızla geri döneceği belli olsa da onları özgürlüklerine kavuşturan yasa konuşuldu, oylandı, oldu bitti, imzalandı, yayımlandı. Hüküm giyip yıllarını açıktır kapalıdır cezaevlerinde geçiren kader mahkumlarının hangi suçlardan yatmakta olduklarını, TCK’yı hazırlayan ekipten Prof. Dr. Adil Sözüer, “katiller, dolandırıcılar, suç örgütü elemanları” diye bir bir saymış da, yaşanan hukuksuzluğun Anayasa’ya aykırı olduğunu söylemiş de, iyi işte tükenmemiş demek ki hukuk yolları. Biz de baktık, “Eh fazla bir suçları yokmuş” deyip hak verdik erken tahliyesine adi suçluların, kader kurbanlarının… Bir kısım tutuklu ve hükümlü ise içerde kaldı, o da bir kader değil mi!

Kimi münafık, muhalif takımının bu “özgürlükçü” yasadan memnun olmadığını biliyorsunuzdur. Onların -ki arada bir benim de aklımı çelerler- dediklerine bakarsanız, terörle ilgileri olmasa da terör kapsamına sokularak, politikacıların, insan hakları savunucularının, gazetecilerin kapsam dışı bırakılmaları pek de adil olmamıştır. Olmamış olabilir, olmamışsa olmamıştır ama mutlaka bir şey olmuştur. Her şeye itiraz eden bu tayfanın, burnunu sokması, sanki soran varmış gibi yorumlamaya kalkışması ayrı bir dert. Durup dururken Devlet beyi kızdırmanın zamanı mıdır ki, yok millet “aman, yasak geliyor” deyip çarşılara hücum etmiş, yok boşluk varmış. Olmayacak işi oldurdular sonunda; akılları sıra zora sokacaklar daha yeni kurulmuş sistemimizi, sistemin mantığını, kaidesini. Kabine üyeleri kendi kendilerine istifa edebilir diye yeni ahkâm mı kuralım şimdi; sen atıyorsan sen atarsın, atanırken iyi de atılırken kötü mü, beklersin zamanını, bu açıkça görev gaspına girmez mi?

Neyse, “kader kurbanı” olmayıp da kendi marifetleri yüzünden misafir edilenlerin daha bir süre orada kalmaları “devlete karşı suç işleyenleri ancak devlet affedebilir” prensibi nedeniyle biraz daha kalsınlar istenmiştirdiyse, gerçi kader kurbanlarını da kurbanların kurbanı olanların affetmesi gerekiyorduysa da, hapishanelerin istiap -öyle miydi bu kelime, aman, tefe koyar sonra çokbilmiş taifesi- haddini aşmış olmaları, -üçer beşer yatıyordu mahkumlar bir yatakta yahu- ve de bulaşıcı korona virüsü bahanesi yani nedeniyle affedebildik onları da milletin vekilleri olarak; sonuçta kader kurbanlarının da vekilleri değil miyiz?

İçerde kalan siyasilerin mahkum olmayıp tutuklu olduklarından dem vurarak, zaten salıverilmeleri gerekir diyenler de var; ama unutuyorlar, onlar kamu vicdanının doğrudan temsilcisi olan Twitter’da maaşlı trol ahalisinin, hakiki medyamızın mümtaz temsilcilerinin bağrında çoktan hüküm giymemiş, hükümleri çoktan çarşaf çarşaf iddianame edilmemiş miydi? Uzatmayalım, şu korona günlerinde milletimizin çoğu zaten ev hapsinde değil mi?
Onlar da biraz bekleyebilirler, saysınlar ki hücrede değil oturma odasında, beton bahçede değil salondadırlar.

Eski bir tutuklunun yetersiz öfkesidir

Böyle aktardıkça ben o fısıltıları, göğsümden bir duman, bir ateş, tarifsiz bir sıkıntı yukarı doğru tırmanıyor. Başkası olmaya özeneyim de atlatayım şu sıkıntıyı, işi gırgıra vurayım, şaka gibi yapayım, espri diye yutturayım kendime, artık beni ciddiye almasını beklemediğim okurlarıma diyorum; diyorum ya zaten beceremediğim, içimin bu kelama uymadığı belli değil mi sevgili okur. Birike birike dağlar gibi olmuş her türden hukuk dışı işlerinden birisini bu kargaşanın, bu ölüm korkusunun içine sığdırdılarsa, kinleri, nefretleri kararan yüzlerine yansıdıysa, içerde kalanlara “gebersinler” diyen her kimse, o kirli kelimeyi kendi kör duvarına yapıştırdıysa, ben kendi öfkemi, kanayan yaramı dindirmek için bu yazıyı yazmayayım da ne yapayım.

Sevgili dostlar, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Hülya Kılınç, Ferhat Çelik, Aydın Keser, Murat Ağırel, Hakan Aygün kardeşler, Osman Bey, tüm “düşünce suçlusu” arkadaşlar, Sayın Selahattin Demirtaş ve tüm siyasi tutuklular, hükümlüler, kendinize mukayyet olun, hasta olmamaya bakın. Bilirim ben oraları diyeceğim ya hepiniz benden iyi bilirsiniz, revir bir alarm butonu kadar yakın görünür, uzaktır; hastaneler ise oldum olası epeyce bir mesafededir, gidiş gelişi zordur, en iyisi hasta olmamaya bakmaktır.

Dışarıda tuhaf bir hastalığın pençesindeyiz, insanlar rakam oldu, rakamlar havada uçuşuyor, sizin oralara da ya gelmiştir ya gelmek üzeredir, dikkat edin... Koruyun kendinizi her türlüsünden.