Boğazda oynayan yunuslar, sokaklarda dolaşıp çitleri yiyen yaban keçileri, kaldırımlarda gezinen ceylanlar, kuzey kutbu üzerindeki en büyük ozon deliğinin kapanması, 30 yıldır ilk kez Hindistan’dan görülebilen Everest, İstanbul’dan görülebilen Uludağ zirvesi… Her mecrada doğanın kendini yeniden toparladığına dair görüntüler, tanıklıklar paylaşılıyor.

İflas eden “insanmerkezli” (antroposentrik) düşünce tarzına dair makaleler, denemeler, manifestolar ardı ardına yayınlanıyor. İnsanın doğaya verdiği zarardan, yüzleşme sorumluluğundan, doğaya saygı çağrılarından geçilmiyor. Handiyse, nedamet, kefaret ayinlerine çağrılacağız.

İnsan, tehdit edici bir gerçeklikle yüz yüze kaldığında genellikle bir ucunda kuşkucu içe kapanma diğer ucunda çökkün içe dönüşün olduğu bir ruh hali salıncağında salınmaya başlar. Kuşkucu içe kapanma halinde, ortaya çıkan tehditin sorumlusunu kendisinin dışında arar ve gözüne kestirdiğini düşmanlaştırır.

Korona salgınında hemen Çin’ in suçlanması ardından komplodan kumpasa yayılan, ilaç- aşı tekellerine, Dünya Sağlık Örgütü’ ne yönelen düşman arama/ yaratma söylemi, bu hali örnekler. Salıncağın bu ucu korkutucu olsa da sorumluluğu tümüyle düşmana yıktığı için rahatlatıcıdır. Düşman amansızca kötüdür ve bizim ne sorumluluğumuz ne de suçumuz vardır. “O” nun, yüzünden olmuştur, ne oluyorsa.

Çökkün içe dönüklük ucunda ise tam tersine başıma ne geldiyse benim yüzümden geldi diye düşünmeye başlar insan. Yapıp ettiklerimin cezasını çekiyorum, demek ki bu güne kadar yanlış yaşıyor, yanlış davranıyormuşum. Her şey benim yüzümden oldu, kötülük benim içimde…

Salgın hızını kesmeden sürdükçe ve ölümler katlandıkça düşman bulma eğilimi hedefine insanı koymaya başladı. Doğanın aslında insana ihtiyacı yok, insanlar eve kapanınca doğa iki ayda kendine geldi, doğanın en büyük düşmanı insan sözleri dillerde. İnsandışı canlıların “şirin” görüntüleri eşliğinde, insan düşmanlığı (misantropi) söylemi yayılıyor. Sokağa çıkma yasaklarına ya da “hijyen” ve “mesafe” kurallarına uymayanlarla ilgili haberler de bu söylemi güçlendiriyor. Dahası, Diyanet İşleri Başkanı’nın “haddi aşan” abuklaması da aynı zihnin laciverdi. O da eşcinseller, evililik dışı yaşayanlar, HIV’ liler derken insanı suçluyor. Tabi kendi meşrebince.

Sanki ruh salıncağının salındığı iki uç birleşiyor ve insan kendini insanın düşmanıymış gibi görmeye başlıyor. Hani nerdeyse insan olmasa doğa daha “iyi, huzurlu, temiz ve mutlu” olacakmış denilecek.

Bu hal, bir bakıma (aslında zorunlu olarak) doğaya bir bilinç atfetmek ve hala (kaçınılmaz olarak) insan merkezli düşünmek demek. İnsansız bir doğa düşüncesinin, tıpkı öldükten sonra bu dünyanın nasıl olacağı düşüncesi gibi “düşünülemez”, dil dışı olduğunu anlamaya çalışmalıyız.

Fakat asıl mesele böylesi bir dil/ düşünce açmazında değil. İnsan düşmanlığı söyleminin korona salgının asıl sorumlusunu gizleme potansiyeli. Doğayı katleden tür olarak insan değil. İnsanı/ insanlığı insanlıktan çıkaran bu üretim düzeni.

Doğa şu geçtiğimiz iki aydır neden kendini toparlamaya başladı? Bu sorunun yanıtını doğru vermemiz artık eskisi gibi olmayacak dediğimiz geleceğin nasıl olacağıyla ilgili eylemlerimizi belirleyecek.

Doğanın hızlıca toparlamasının, temizlenmesinin temel nedeni üretimin büyük oranda durması. Ama üretimi durduran asıl olarak tüketimin durması. İçinde yaşadığımız/ yaşatıldığımız bu düzen tüketmediğimizde yıkılacak bir düzen. Neden tüm dünyada okullardan önce alışveriş merkezlerini açmaya ve turizmi başlatmaya çalışıyor yöneticiler? Neden otomobil fabrikaları, beyaz eşya üreticileri çığlık çığlığa çalışmaya başlamak istiyor. Neden kargo işçileri ölüm riski altında daha da çok çalıştırıldılar; gıda mı dağıtıyorlardı?

Çökkün içe dönüş, olup bitende bireysel sorumluluğum ne sorusuyla hemhal olmak, çok önemli. Ama özgürleştirecek yanıt, insan düşmanlığında değil. İnsanın ve parçası olduğu doğanın özgürlüğü, ben/ biz bu düzene nasıl boyun eğmişse vereceğimiz yanıtta saklı.

35 yıl önce bu günün gecesinde yolculadığımız Fikri Sönmez, bu yanıtı Fatsa’da vermişti. Yıldızlar yoldaşı olsun…