İnsan gerçekleriyle göç

BARIŞ SARIKAŞ

Dünya öyle zamanlardan geçiyor ki bize uzak sanılanlar, başa gelmez diye düşünülenler, böylesi de olmaz denenler; birer birer gerçekleşiyor. Kim düşünürdü ki örnekse bundan birkaç ay öncesine kadar bir virüsün herkesi evlere tıkacağını? Ya da bundan birkaç yıl öncesine kadar kimin aklına gelirdi dünya siyaset gündeminin bu denli gerilip herkesin birbirine diş bilemeye başlayacağını? Veya aynı şekilde bir göç dalgasının tüm dünyayı kasıp kavuracağını, vicdanların bu göçün kahramanlarıyla sınanacağı kimin aklına gelirdi?

Aslında dünya üzerindeki tüm bu yaşananlar bize her seferinde, bizde olması gereken bir duygunun ne kadar elzem olduğunu hatırlatıyor: Empati.

Virüsle mücadele ederken kendimizle beraber diğer insanları, dünya siyaseti alev alev yanarken ezilenleri, göçler ‘medeniyet’lerin yeniden sorgulanmasını sağlarken de göçmenleri düşünmenin adı yazının hemen başında saydıklarım bağlamında empati. Ne kadar başarabildiğimiz ise bu yazıyı okuyan herkesin kendisine kalsın?

Doğru gazeteciliğin görevlerinden değil belki ama sonuçlarından biri de işte bu empati kanallarının sağlamlaştırılması olur her zaman. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşananların güvenilir ve doğru bir şekilde aktarılmasıyla dünyada yaşayan diğer insanların meseleyi doğru kavraması, anlaması sağlanır. Dünyanın büyük değişimler yaşadığı zamanların hikâyelerini edebiyatçılar kadar gazeteciler de yazar diyebiliriz rahatlıkla bu anlamda. Fakat gazeteciliğe ne kadar değer verildiğini de sorgulamak gerekir.

TMarc Engelhardt, özellikle Afrika üzerinde çalışan önemli bir gazeteci. Orayı sadece bir haber kaynağı olarak görmeyip sık ziyaretlerle bölgenin nabzına hâkim olmayı başarabilmiş bir isim. ‘Sığınmacı Devrimi’nde Engelhardt, dünyanın çeşitli köşelerinde çalışan ve daha güzeli, tıpkı kendisi gibi çalıştıkları bölgeleri sadece birer haber kaynağı olarak değil, dünyanın da önemli bir parçası sayan yirmi altı Alman gazeteciyle yola çıkıp göç meselesinin kökenlerine iniyor. Kenya’dan Avustralya’ya, İsrail’den Etiyopya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada göçün kader izlerini süren gazeteciler mülteci kamplarında yaşayanlardan sığındıkları ülkeye uyum sağlamaya çalışanına kadar pek çok göçmen profilinin dünyasıyla tanıştırıyor bizi. Göçün sadece savaşlar nedeniyle olmadığını; ekonomik ve ekolojik koşullarla da gerçekleşebildiği gerçeğine ışık tutuyorlar.

Marc Engelhardt ve arkadaşlarının peşinden gittikleri mesele dünya gündeminde genel olarak ‘Avrupa merkezli’ olarak değerlendiriliyor. Oysa bu noktada yapılması gereken bir coğrafya ya da medeniyet ekseninde değil insan ekseninde düşünebilmek. ‘Sığınmacı Devrimi’nde gazetecilerin yaptığı da tam olarak bu. Meselenin odağına insanı yerleştirerek, onun etrafına bir ağ örüyor. Tıpkı göçün kahramanlarının insanlar olduğu gibi bu kitabın kahramanları da insanlar. Etraflarını saran sosyolojik dalga içinde insanlığın bu güç yolculuğuna mercek tutuluyor.

‘Sığınmacı Devrimi’ zor bir kitap bu bağlamda. Sosyolojik bir meseleye tam da olması gerektiği gibi insan merkezli yaklaştığı için zor. Vicdanları sorgulatıp, vicdan üzerinden topluma yaklaşmak gibi önemli, çok önemli bir amacı var çünkü.