Türkiye, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin, BM tarafından kabul edilişinin yıldönümü olan şu günlerde adalet reformunu konuşuyor. Temel hakların belki genişleyeceği varsayımıyla yapılan resmi açıklamaların anahtar kelimesi ise ilginç: piyasalar! Türkiye’nin şu andaki adalet haritası yatırımcıları yeterince memnun etmediği için bir adalet reformuna ihtiyaç duyulduğu açıkça söyleniyor. Adaleti, tıpkı yaşam hakkı gibi temel haklar bağlamında değil de yatırımcı tercihleri bağlamında tartışmak herhalde altı çizilecek bir durumdur.

Dünyanın ulus devletler arasında paylaştırıldığı zamanlardan beri, devletler kendi aralarındaki ilişkileri ve ilkeleri bir ortak hukuka göre dizayn etmişlerdir. İnsan Hakları da bu ortak hukukun bir parçası olarak BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde tanımlanmıştır. Hemen hemen aynı döneme denk gelen ‘sosyal devlet’ uygulaması dahilinde pek çok devlet; bu arada Türkiye de insan hakları alanına yönelik anayasal düzenlemeler yapmıştır. 1961 anayasası, üretilme biçimi, zamanı ve dinamikleri farklı olsa da bu yönden önemli hususlar içermiştir.

Ne var ki kısa süren bu tecrübeyi 80’li yıllardan itibaren insan haklarının ihmal edildiği küresel kapitalizm olgusu takip etmiştir. Bu dönemi anlatabilecek en yalın sözcük ise piyasadır. Küresel kapitalist sistem, sosyal devletten kalan ne varsa o sihirli gücün; piyasanın eline bırakmıştır. Yurttaşların eğitimi, sağlığı, güvenliği gibi sosyal devletin asli ödevlerinin birer birer piyasaya geçtiği bu süreç 30-40 yıldır devam ediyor. Devletin bile piyasaya konu olduğu bu radikal dönüşüm hali ve gerilimini en iyi anlatan iki vurgu bu süreçte adeta gündelik dilimize girmiştir: Her şeyi devletten beklemeyelim ve nerede bu devlet! İlki piyasa zamanlarında olduğumuzu ve makul çözümlerin orada oluşacağını; ikincisi ise ağır aksak ve kısa süreli tecrübe edilmiş olsa da sosyal devlete duyulan özlemi anlatır. Bu aynı zamanda, küresel zamanların piyasası ile sosyal devlet arasındaki tercihlerde somutlaşan bir toplumsal gerilim anlamına da gelir.

Sosyal devletin asli görevi sayılan eğitim, sağlık, barınma, güvenlik alanlarının nasıl piyasaya bırakıldığını, başına bir özel sözcüğü eklenerek açılan kurumlardan da izleyebiliriz. Özel eğitim kurumları, özel hastaneler, özel emlak ve özel güvenlik şirketleri vb. Ne var ki piyasa mantığı gereği bu hizmetlerden artık bedelini ödeyebilecek olanlar yararlanabilmektedir; ihtiyacı olan bütün yurttaşlar değil.

Her şeye ‘muktedir’ küresel zaman piyasalarının, insan hakları ve adalet alanındaki rolü de bu yönelimden etkilenmiştir. Geçmişte insan hakları alanındaki pratiklerde daha çok uluslararası ilişkiler kapsamında devletlerden gelen telkinler etkili olmuştur. Nitekim 1980 darbesinden sonra adeta günlük pratikler haline gelen idamlar, işkence, hapishane ortamları ve sosyalist gazete sorumlularının aldıkları yüksek cezalar daha çok AB üyesi ülkelerden gelen telkinler bağlamında etkili bir gündem olabilmiştir.

Bugün ise diğer tüm alanlarda olduğu gibi küresel sermaye önündeki engeller aşınmış ve çoklu sermaye aktörlerinin devreye girdiği yeni bir süreçteyiz. Bu yeni süreçte artık siyaseti etkileyen piyasalardan çok, bizatihi siyasal aktöre dönüşmüş piyasalardan sözedebiliriz. İkisi arasındaki sınırlar iyice belirsizleşmiştir. Covid-19 salgınından dünyayı kurtaracak aşı dahil yaşamsal her alan artık devletlerden çok küresel şirketlerin işi haline gelmiştir. Bu yüzden Türkiye’de adalet reformu için ilgili bakanların/heyetlerin öncelikle iş insanlarının oluşturduğu kurumlarla (TUSİAD, TOBB, MUSİAD) görüşmeleri şaşırtıcı değildir. Zira asıl arzu edilen sermayenin akışkanlığı önündeki engellerin kaldırılmasıdır. İnsan haklarına dair Türkiye’nin bugünkü yasal ve/veya fiili manzarası o engellerden birisidir.

Yurttaş merkezli yaklaşımlardan, sermaye merkezli yaklaşım ve politikalara kadar bütün bu tecrübeler sadece nasıl bir dünyada yaşadığımızı görmek bakımından değil, insani açıdan neleri yitirdiğimizi ve ilgili tüm toplumsallıkların nerelere savrulduğunu/savrulacağını düşünmek yönünden de oldukça ilginçtir.