Türkiye idam deneyimleri konusunda aslında oldukça olumsuz ve yüklü bir deneyime sahiptir. İster politik isterse bunun dışında kalan alanlar için, bu deneyimin olumlu etki ve sonuçları olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu söz konusu değildir.

İnsan hakları haftasında idamı konuşmak: Şehirlerin hafızası ve idam deneyimleri

Dünyanın insan haklarını konuştuğu bir zamanda idam cezasını konu edinmek bir çelişkidir kuşkusuz fakat Türkiye’de ‘olağan’ bir durumdur. Zira uzun yıllar idam cezasına tanıklık eden Türkiye, yasalarından çıkardıktan sonra da bir şekilde idamı ve ona yönelik ‘toplumsal’ talebi inşa etmeye ve gündeminde tutmaya devam etmiştir.


Öte yandan idam infaz deneyimlerinin şehirlerin hafızasında aldığı yer de önemli sosyolojik bir olgu olarak varlığını sürdürmüştür. Hatta idamı talep eden politik söylemle, şehir hafızalarının bu deneyim yönünden görünmezliği ve sessizliği arasında bir korelasyon olduğunu söylemek de mümkün. Birincinin ‘güçlülüğü’, ikincinin görünmezliği ve sessizliğinden beslenmiştir.

Oysa insani pencereden baktığımızda şehirlerin idamlarla anılması utanılacak bir durumdur. Üstelik kentsel hayatın gündelik rutini içindeki cinayetlerden farklı olarak devletin, herhangi bir kişinin hayatına törenle son vermesi, etkisi uzun yıllar devam edecek olan sosyo-psikolojik bir olgudur. Zira bu, aslında devletin bir tür ‘taammüden adam öldürmesi’dir.

İdamlar için geçmişte şehir meydanlarının seçilmesi ise hafıza ve toplumsallık üzerinde ayrıca bir yük olmuştur. Birer kamusal buluşma yerleri olarak meydanlar, böyle durumlarda ‘ibreti alem” için hayatlarına son verilen insanların asılı imgeleriyle sonraki kuşakların belleklerinde yer almıştır. Ne yazık ki bu durum İran ve Afganistan gibi ülkelerde bugün de devam ediyor ve elbette zihinlerde, vinçlere asılan insanların ‘suçları’ değil, meydanlarda asılı görüntüleri kalmıştır/kalıyor.

İşte şehir sosyolojisinin konularından birisi çok çeşitli bağlamları bulunan bu deneyimleridir. Yakalarında ‘suçları’ ve kendileri hakkında verilmiş kararları içeren yazılarla birlikte yanyana dizilmiş insan ölüleri ve sessiz ve görünmez mekanlardaki infazlar, şehir hafızası ve dolayısıyla sosyolojisinin ayrılmaz bir parçasını oluşturmuşlardır. Onları oradan çıkarmak ve görünür hale getirmek ise toplumun politik bir görevidir.

Erken Cumhuriyet’te idam deneyimleri

Erken Cumhuriyet yılları yargı mekanizmasının en önemli pratiklerinden birisi adeta olağan hale gelen ‘idam’ cezalarıydı. Dönemin radikal modernleştirici siyasal idealleri ve pratikleri idam deneyimlerini gündelik hayatın bir parçası haline getirmişti. Daha 1925 yılında TBMM’de yaptığı konuşmada Adalet Bakanı Esat Bozkurt, “dini alet ittihaz edenler ve bu suretle zihinleri karıştıranlar en azı iki sene kürek, en ağırı idam olmak üzere cezalandırılmaları”nı önermişti. Adalet Bakanının bile ‘zihinleri karıştırma suç’una idam cezası önerdiği zamanlardı. Nitekim bu politika kapsamında 1926’da çıkarılan 765 sayılı Ceza Yasası’nın on bir maddesi ölüm cezası içermişti. 1930’da çıkarılan 1632 sayılı Askeri Ceza Yasası’nın 26 maddesinde de idam cezası öngörülmüştü. 1932 yılında çıkarılan 1918 sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun’un bir maddesi de ölüm cezasına hükmetmişti.

Kısaca İstiklal veya diğer olağanüstü yetkilerle donatılmış mahkemelerin, idam cezası vermek için önlerinde geniş bir ‘imkan’ vardı ve mahkemeler bu ceza için adeta teşvik ediliyorlardı. Özellikle rejime karşı olmaya konu olan hemen her durumda ‘suçluların’ hızlıca idam edilmesi için ilgili kurumlar gayet seri çalışıyordu. Cezaların infazı da geride kalanlara ders olsun diye şehir meydanlarında yapılırdı. İdam infazlarından sonra öldürülen insanların cesetleri hemen kaldırılmaz, bir süre seyirlik malzeme olarak, bulundukları yerde öylece tutulurdu.

Erken Cumhuriyet tarihinin bu karmaşık sürecinde kaç kişinin idam edildiğine dair tutarlı veriler ne yazık ki yoktur ya da bunlara dair arşivlere erişilememektedir. Bununla birlikte, 3 Mart 1931 tarihli Son Posta gazetesine konuşan bir cellat, 12 yıl içinde 5 bin 216 kişinin idamını infaz ettiğini söylemişti. Bu itiraf idam infazlarının ne kadar rutin bir işe dönüştüğünü gösteriyordu. Birkaç gün devam eden söz konusu söyleşide asıl adı Halil olan Cellat Kara Ali, ürpertici detaylara yer vermişti. Kara Ali’nin idam ettiği kişiler içinde Türk, Rum, Ermeni, Musevi, Kürt, Boşnak, Arap, Pomak, Acem ve Kıpti’ler gibi Türkiye’nin tüm kimliklerinden insanlar yer almıştı. Celladın, kimi günler aralıksız çalışarak infaz ettiği kişiler arasında bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar da vardı. Gazeteye göre cellat, bahse konu söyleşiden önce Menemen’de 27 kişiyi idam etmiş ve İzmir’deki evinde yaşamaya devam etmekteydi. Ayrıca yapılan iş aleni olduğu için yaşadığı mahallede herkes onun cellat olduğunu da bilmekteydi.

O yıllarda İzmir’de Konak, İstanbul’da Sultanahmet ve Ankara’da Samanpazarı olmak üzere çok sayıda şehir meydanı onlarca belki yüzlerce idama tanıklık etmişti. Dolayısıyla sözkonusu meydanlar, esas olarak bu deneyimlerle anılıyorlardı.

İdam uygulamalarında ‘olağan’ tuhaflıklar!

Erken Cumhuriyet yılları idam uygulamalarında mahkemelerden çok siyasi görevlilerin rolü baskındı ve buna bağlı olarak bir dizi olağan tuhaflıklar yaşanmıştı. 15 Kasım 1937’de Seyit Rıza ve altı Dersimli kanaat önderinin idam edilmesi sürecinde yaşananlar bunun bir örneğiydi. İdam edilenlerin tamamı kendi iradeleriyle teslim olmuşlardı. Başka bir deyişle devletle savaş yapma yönünde bir çabaları yoktu ve çeşitli biçimlerde temasta bulundukları resmi kurumların çağrısına icabet etmişlerdi ama bunun bedeli idam olmuştu. Üstelik dönemin Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’in yazdığına göre idam kararı alelacele hafta sonu tatilinde verilmiş, buna, yasal olmadığı gerekçesiyle karşı çıkan hâkimin hızlıca izne ayrılması sağlanmıştı. Yine dönemin olağanüstü yetkilerle donatılmış valisi, zaman kaybı olmasın diye idam kararını yazacakları boş kâğıdı önceden imzalamıştı.

Olağan tuhaflıkların bir örneği de idam edilenlerin cenazelerinin ailelerine verilmemesiydi. Bu da bir istisna değil (ki her durumda ve her bakımdan gayri insani bir uygulamadır) adeta olağan bir pratikti. Sistem, idam ettiği insanların cenazelerine insani muamele yapmıyordu. Sadece Şeyh Said, Seyit Rıza ve arkadaşları değil, daha idam edilen pek çok insanın ailesi, onlar için bir mezar bile yapamamışlardı. Çünkü nereye gömüldükleri ‘bilinmiyordu’.

Meydandan mekâna taşınan infazlar

1953 yılına kadar idam cezalarının infazı, açık meydanlarda yapılıyordu. Ancak bu tarihten sonra kapalı ve gündelik tanıklığa imkân vermeyecek bir alana kaydırılmıştı. İbreti âlem politikası artık savunulamıyordu.

27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi’nden sonra ise infazlar, şehrin uzaklarında ve erişimi ancak izne tabi olan bir adada gerçekleştirilmişti. Darbe ile devrilen önceki hükümet üyelerini idam etme arzusu o kadar baskındı ki ada komutanı Tarık Güryay’ın yazdığına göre, adaya gelen bir grup asker, ‘şayet idam cezaları MGK tarafından onaylanmazsa, kendileri bu infaz işini yapmak için hazır’ beklemişlerdi. Fakat MGK bu grubun beklentileri doğrultusunda idam cezalarının bir kısmını onaylamış; bunun sonucunda ülkenin başbakanı ve iki bakanı Yassıada’da toplumsal tanıklıktan uzak bir mekânda ve gün içinde idam edilmişlerdi.

İdam infazlarının açık meydanlardan kapalı alanlara ve giderek daha izole zamanlara kaydırma yönündeki arayışa uygun olarak 1965 yılında 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanun çıkarılmıştı. Buna göre idamların infazı izole mekânlarda yapılacağı gibi infazlardan kimsenin haberi olmayacaktı. Hatta aynı anda idam edilecek olanların her biri, kendisinden öncekinin infazını göremeyecekti. Bu yeni düzenlemeden de anlaşılacağı gibi erken cumhuriyetin idam uygulamaları açıkça eleştirilmese de artık savunulamıyordu.

Bu yeni yasal düzenlemeler çerçevesinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam infazları ve daha sonraki infazlar için izole bir zaman/mekan seçilecek; sabaha doğru sessiz bir zamanda gerçekleştirilecekti. Böylece belki de toplumsal utancın ortaya çıkması bir parça frenlenebilecekti. Bu politika 1984 yılında Türkiye’de en son idam edilen genç devrimci Hıdır Aslan’ın infazına kadar devam edecekti.

insan-haklari-haftasinda-idami-konusmak-sehirlerin-hafizasi-ve-idam-deneyimleri-952765-1.
Hıdır Aslan, 1984’te idam edildi.



Bu durum artık şehir meydanlarının değil, cezaevlerinin de idam infazları açısından birer hafıza mekânına dönüşmeleri anlamına geliyordu. Nitekim Ankara Ulucanlar Cezaevi gibi ülkenin pek çok şehrinde cezaevleri ne yazık ki idam infaz deneyimlerinin mekânı olmuşlardı. Sadece 1980 askeri darbesinden sonra 22 şehrin (Ankara, Adana, Burdur, Elazığ, Gaziantep, İstanbul, İzmir, Adapazarı, Sinop, Isparta, Kayseri, Afyon, Akşehir, Amasya, Balıkesir, Denizli, İzmit, Keşan, Kilis, Edirne, Nazilli, Ordu) cezaevlerinde idamlar infaz edilmişti.

Bir ‘kamu’ görevi olarak idamın infazı

İdam infaz sürecinin en önemli kısımlarından birisi, bu süreçte kamu görevlilerinin aldıkları görevler ve rollerdir. Her şeyden önce idam karar ve infaz olgusunun aktörü mahkemeler olduğu için bu sürecin tüm detayları da yasalarla düzenlenmiştir. Kişi hakkında iddianame yazımı, yargılama, cezanın verilmesi, üst yargı kurumunda ve en son TBMM’de onaylanması bu sürecin birbirini takip eden parçalarıdır. Bu seyir içerisinde idam kararı uygulama aşamasına gelmiş olur. Bundan sonraki kısmı artık idamın infazına dairdir. TCK’nin 12. Maddesi işin bu kısmını düzenlemiştir. Buna göre idam cezası hükmolunan kimse icra mahalinde, mahkeme heyetinden bir zat ile Cumhuriyet Müddeiumumisi, tabip, zabıt katibi ve hapishaneler idaresi memurlarından biri hazır oldukları halde, mahkûmun huzurunda hükmün okunması suretiyle infaz olunur”du.

Söz konusu uygulama sürecinde yer alan hapishane müdürü, gardiyanlar, savcı, din görevlisi vb. zaten kamu çalışanları olduğu için, onların olağan görevleri içinde yer almaktadır. Ne var ki celladın yaptığı son hamle olmadan idam infazı tamamlanamayacaktır. Fakat bu iş için resmi olarak bir kamu çalışanı belirlenmemiş; kadro tahsisi yapılmamıştır ve dolayısıyla işin bu kısmı hukuken boşlukta kalmıştır. Böyle olduğu içindir ki en baştan itibaren sistemin/devletin aldığı karar, tam uygulama aşamasında resmen kayıtlı olmayan herhangi bir kişiye bırakılmıştır. Bu durum önceki tüm süreç ve kararlar anlamsızlaştığını ve devlet eliyle bir kişinin hayatına son vermenin hukuken ve vicdanen nasıl büyük bir açmaza muhatap olduğunu gösterir. İdam cezası yönünde düşünceye sahip olanlar da cellatlık yapacak bir kamu görevlisinin belirlenmesi ve yasada tanımlanmasını gündemlerine almamış, konuşmamış ve savunamamışlardır.

Sonuç

Türkiye idam deneyimleri konusunda aslında oldukça olumsuz ve yüklü bir deneyime sahiptir. İster politik isterse bunun dışında kalan alanlar için, bu deneyimin olumlu etki ve sonuçları olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu sözkonusu değildir. Diğer yandan Türkiye bu konuda sahip olduğu olumsuz deneyimi tartışmış bile değildir. İdam cezasının yasalardan çıkarılması sürecinde bile mesele insani, toplumsal ve hukuksal çerçeveden çok, AB ile kurulu ilişkilerden kaynaklanan yükümlülükler çerçevesinde ele alınmıştır. Dolayısıyla içeride nasıl bir toplumsal karşılık bulduğu ya da bulamadığı da neredeyse bilinmemektedir.
Bir başka toplumsal vak’a da Türkiye’deki idam deneyimlerinin geniş bir toplumsal kesim için ciddi bir rahatsızlık yaratmış olmasıdır. Türkiye’nin politik manzarasının ana parçaları olan muhafazakârlar, milliyetçiler ve sosyalistlerin her biri kendi geleneklerinden pek çok politik aktörün idam infazını deneyimlemişlerdir. Bu olumsuz deneyim her birinin belleğinde köklü bir yer oluşturmuştur. Ne yazık ki Türkiye bu durumu bile bir ortak mesele olarak gündemine alamamış, konuşamamıştır.
Türkiye’de toplumun idamlara dair olumsuz tecrübeleri konuşmadığını gösteren unsurlardan birisi de idam infaz deneyimlerinin yaşandığı şehirlerde derin bir sessizliğin olması, bilhassa bu mekânlara gönderme yapan bir iz ve işaretin bile bulunmamış olmasıdır. Ankara Ulucanlar Cezaevi’ni saymazsak söz konusu şehirlerin ve cezaevlerinin bu kötü hatırlarına gönderme yapan bir hafıza mekânı bile yoktur. İdamlara sessizce tanıklık yapan cezaevleri, Türkiye’nin bu utanç tarihinin sesiz mekânları olarak kalmaya hala devam ediyor. Tıpkı hafızanın da ölümü gibi. Bu yüzden Türkiye insan hakları haftasında bile idam cezasının yeniden getirilmesini tartışabiliyor. Ne yazık!