İnsan hiçbir şeye inanmadan nasıl yaşar?

DENİZ POYRAZ

Hiçbir Şeye İnanmadan Nasıl Yaşanır? gibi iç gıcıklayıcı ve iddialı bir isme sahip bir eserle karşılaştığınızda ne hissedersiniz? Kitap ilk yayımlandığında, arkadaşları bile Alexandre Lacroix’ya tepki göstermiş. Düşünürün kendi aktardıklarıyla arkadaşlarının beyanları, buyurun: “Gerçekten hiçbir şeye inanmamanın mümkün olduğunu mu düşünüyorsun? Etrafına bir bak; insanlar kendilerine yol gösterecek emarelerden yoksun olmalarından, inanacakları hiçbir şeyin ya da kimsenin olmamasından dolayı kayboluyorlar. Sen ise bu insanlara kendilerine fazladan şüphe dozu enjekte etmelerini mi tavsiye ediyorsun?”

Burada hatalı olan aslında kim?

Şüphe duyan, tereddüt eden, herhangi davayı benimsemedikleri için mücadele vermeyen insanlar mı? Yoksa inançları adına ölmeye, öldürmeye hazır olanlar mı? Lacroix’yı okurken daha derinden fark ediyoruz; 21. yüzyılda çağımızın zorlu müsabakası inananlarla ateistler arasında değil; dogmatiklerle şüpheciler arasında. Ancak öncülük ettiğimiz varoluşun ne bitiş noktası var ne de dışarısı. Yalnızca tek bir sınır biliyor: Ölüm. Başka hiçbir, en azından kesin olarak güvenilebilecek hiçbir sınırı yok.

Bu meseleyi daha iyi kavramak adına yazarın kitapta yer verdiği “orman” örneğini direkt aktaralım: Tamamen ormanlarla kaplı; okyanusun, tek bir boşluğun bile olmadığı bir gezegen hayal edelim bir anlığına. Şimdi böyle bir gezegene bir yolcunun usul usul yürüdüğünü varsayalım. Bu kişi kartezyen düşünce yapısını benimsemişse ne yapacaktır? Sürekli dümdüz yürüyecektir. Ancak, çok büyük ihtimalle, bu kürenin çevresini bir kez turlayamadan ölecektir. Oysa içinden çıkamadığı bir ormanda, hayatımız gibi dolu ve eksiksiz bir alanda uygun olan tek strateji var Lacroix’ya göre. Sığınak kurulabilecek elverişli bir yer.

Başka bir deyişle iyi yaşam, tek yönde zorunlu bir yürüyüşe değil; yıldız şeklinde bir keşfe dayanıyor. Tek yön stratejisinin en büyük hatası, her şeyi yassılaştırıp bizi varoluşun derinliğinden yoksun bırakması. Öyle ki bizler, bize en yakın olanı, yani kendi bedenimizi bile tanımıyoruz aslında. Bedeninin içinde tam şu anda neler olup bittiğini kimse söyleyemez; hatta birçoğumuz mide ve karaciğer gibi önemli organların yerini karıştırırız. Kısacası, vücudumuzda neler olup bittiğini bilmiyoruz; psikolojik yaşamımız o kadar karmaşık ki onu ana hatlarıyla anlayamıyoruz ve kendimizi tanımakta büyük güçlük çekiyoruz. Yerküre dışındaki uzaya gelince, onun büyüklüğü bizimkini o kadar aşıyor ki…

O halde, buradan hangi sonucu çıkarmak gerek? Buradayız, yaşıyoruz. Yaşlanacağız. Öleceğiz. Kederli bir sesin şöyle sorma hakkı var: Hepsi bu kadar mı? Öyleyse bu yaşadıklarım hiçbir işe yaramayacak mı? Kendimizi böylesine güvenilmez bir durumdan kurtarmak mümkün değilse bile, ölmek yerine isteklerimizi yerine getirmeye ve eksikliklerimizi gidermeye muktedir bazı eylemlere atılarak onu yüceltemez miydik? Hayatın gerçekten bir amacı olamaz mıydı?

Çevremizdekilerin hepsi -ahlaki değerler, anıtlar, diller ya da usta ressamların tabloları, peyzaj bahçeler, teknolojik araçlar- insan yapımı. Her biri er ya da geç zaman aşımından ötürü parçalarına ayrılıp yok olacak eğreti bir temele dayalı. İtiraf edelim. Dünyadaki varlığımızın anlamını bilmiyoruz. Varlığımızın bir anlamının olması da mümkün, olmaması da. Gökyüzü bize yalnızca koca bir hiçlik sunuyor, şimdilik. O hâlde Tolstoy’un meşhur sorusunu değiştirelim ve tekrar soralım: İnsan hiçbir şeye inanmadan nasıl yaşar? Bu ürpertici soruya dair yazar ve düşünür Alexandre Lacroix’nın herkese iyi gelecek bazı cevapları var… İyi okumalar.