Henüz devletin olmadığı bir durumda yani ‘doğa durumu’nda insanlar eşit olsa da, iki kişi aynı şeyi istediği an çekişme ve düşmanlık oluşmaktadır. Bu da doğa durumunda güvensizlik olduğunu gösterir. Güvensiz ortamın doğal sonucu da kaos ve savaştır. Thomas Hobbes bu durumu “insan insanın kurdudur” olarak dile getirir

İnsan insanın kurdudur

Kat başına tek hücreli dikey bir hapishane. Hücre başına iki kişi. Sadece bir yiyecek platformu ve platform günde bir kere iki dakikalığına hücredekileri beslemek için yukarıdan aşağıya doğru inmekte. Hücredekiler üst kattakilerden arta kalanı yiyebilmekte. Dehşet verici bu İspanyol masalı içinde Cube, Saw ve Snowpiercer filmlerinin esansları ile seyirlik bir tarif sunuyor. Netflix nasıl bir zamanlama ile yayına soktuysa, iyi yaptı çünkü bugün için muhtemelen daha da büyük etkisi ve anlamı olacak bu filmin. Hani diyoruz ya, korona salgını bitince, tüm bu yaşananlar toplumlarda ve bireylerde ne gibi farkındalıklar yaratabilecek ve insanların davranış modellerinde nelerin değişmesini sağlayabilecek. Bana kalırsa bu salgın bize tek bir şeyi gösterecek, o da, insanın ne olursa olsun değişmeyeceğini.

KARANLIK ÜÇLÜ

Kurtarıcı ve lider bulamayan insanlar, spontane bir şekilde doğru davranmaya başlamayacak. Egoizm, ahlaki konularda ikiyüzlülük, yalan söyleme, başkalarını sömürme, sorumsuzluk, kibir, iradesizlik, empati yoksunluğu, pişmanlık ve suçluluk hissetmeme insanı terk etmeyecek. ‘Dark triad’ yani ‘karanlık üçlü’ olarak dillendirilen narsisizm ve psikopati* Makyavelizm ile bir araya gelerek çoktan dünyayı bitirmeye başladı ve son hızla da devam etmekte zaten. Bu tehlikenin sonuçlarını anlamak için Trump ve Johnson örneklerine bakmamız bile yeterli. Amacına ulaşma uğrunda her şeyi mubah gören Makyavelizm ile karşı karşıya iken ve bu şekilde yönetiliyorken ne yapabiliriz? Seçimle gelen bu insanları kimler seçti? İnsanlar. Sadece bizi yönetmesi için korkunç özellikleri olan insanları seçtiğimiz yetmiyormuş gibi, onları seçenlerin olduğu bir dünyada değişim beklemek ne kadar gerçekçi olabilir ki?

CİSİMLERİN DOĞASI

Gördünüz mü, film daha şimdiden neleri düşündürttü. Film deyip geçmenin mümkün olmadığı The Platform bittiğinde belki sizin de aklınıza gelecek ilk soru ‘Suçlu Kim?’ olacaktır. Yönetim mi, birey mi? Cevaba yönetim desek bile, yönetimi yönetilen bireyden ne denli ayrıştırabiliriz? Değişim yanlısı bireyler ırksal, dinsel, eğitimsel, parasal, cinsiyetsel olarak düzen sağlayıcı sistemlerde bu denli ayrışmışken, hep birlikte hayatta kalabilmenin ortak çözümünü nasıl birlikte bulabilirler? Bu farklılıklar, eşitsizlikler, ayrımlar ortadan kendiliğinden kalkmayacağına göre bunu kim yapacak? İşte The Platform’un sinemasal açıdan her şeyini sevmeme rağmen fikirsel olarak bu çıkmaza bulduğu kolaycı ve dogmatik çözümü sevmedim.

İKONOGRAFİK DİLEKLER

Filmin hikâyesinde kurgulanan yapısal düzenek, iletişim yoluyla bir örgütlenme ve bir ayaklanma için de uygun değil. Zaten bugün gerçek hayatta bunun artık zor olduğunu, dünyanın her yerine dağılmış bir şekilde birbirimize ulaşmakta ve örgütlenmekte her sene daha da geriye gittiğimizi düşünüyorum. Bu ihtimal kalkınca kurtuluş teolojik imgeler aracılığı ile, bir kurtarıcı ve ona inanan birine kalıyor. Filmin bir anlamda önerdiği gibi gerçekten de eline bir kitap tutuşturulmuş bir Mesih mi sağlayabilecek bu kurtuluşu? İkonografik bir çocuk tasvirine mi bel bağlayacağız aydınlanma için? Kurtarılan çocuğun masumiyetini bile sorgulayamadığımız bu durumun içinde bugünün nesnel ve çağdaş okumasıyla hayal kırıklığı içinde kalakalıyoruz. Film elbette kapitalist sistemi de eleştiriyor ama benim derdim bu eleştiriyi artık daha geliştirmek gerektiği ve bu kötü sistemin devam etmesini sağlayan salt çoğunlukla ilgili.

ESİNLENMELER

Film, ünlü Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve’un 2008 yapımı Next Floor adlı kısa filmi pek çok açıdan The Platform’u hatırlatmakta. Ancak o kısada bir cehennem tasviri gözükmekte. Açgözlü, obur hayat süren hedonistlerin cehennemde, hayvan üstüne hayvan yani ceset üstüne ceset yiyerek mecazi bir tasviri var, durumdan rahatsızlık duyanların da toplumsal psikoloji baskısı ile sindirilmesi söz konusuydu. Kısa filmin, tüketimi ve hedonizmi, karnizm vurgusu ile yapmış olmasını da ayrıca önemsiyorum. Gerçi bu zincir uzar, o zaman şunu da hatırlatalım Denis Villeneuve’un bu kısa filmi de bana zamanın en sansasyonel filmlerinden olan bizde ‘Büyük Tıkınma’ olarak bilenen Marco Ferreri imzalı ‘La Grande Bouffe’ adlı yapıtını hatırlattı. Mideniz kaldırır mı bilemiyorum ama tavsiye ederim.

EFEKTİF ALTRUİZM

Peki nasıl olacak değişim? Bunu psikolog, hayvan hakları savunucusu Melanie Joy’dan bir alıntı ile cevaplamak istiyorum: “İlerici toplumsal değişimler sadece politikaların değişmesi ile ilgili değildir, kalplerin ve zihinlerin de değişmesini gerektirir. Gerçek ve uzun süreli değişimler paradigmalarımızın değişmesini talep eder, eski düzeni ortadan kaldıran bir mantalite değişikliği gerektirir. Baskının temellerini ortadan kaldırıp adaletin temeline şekil veren değerleri yerleştirmeliyiz: şefkat, dürüstlük, karşılıklılık gibi değerleri. Ve dünyanın her yerindeki adaletsizliğe meydan okumak için adaleti her yerde pratik etmeliyiz: sokaklarda, duruşmalarda ve TABAKLARIMIZDA.

*Psikopati, psikiyatride empati ve vicdan eksikliği ile karakterize olan bir kişilik bozukluğu olarak tanımlanmakta.