Bireysel ve toplumsal anlamda her devir geldi ve geçti ama asla travmaların izi silinmedi. Geçmedi, geçemedi, aslında belki de akışın yön veremediği tek kırılma buydu.

İnsan Kalbinin Haritası

Nesli Zağlı

“Bu dünya başka dünya
Zaman sırrın çözüldü
Umut yoksa, düş yoksa
O günü ömürden saymayalım zaten”
Kardeş Türküler- Zamanın Bahçesinde

“Zemherinin en acımasız günlerinden” çıkmak için kıvranıp, baharı beklerken insan hayatının yaşam döngüsünde mevsimlerin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyorum. Kışın fiziksel, ekonomik yükleri ve acımasızlığı yıllar geçtikçe sırtımızda kamburlaşan 20 yıllık düzene ne kadar da benziyor. Biz ise ne kadar çok özlemişiz yüksüz, doğal ve sere serpe bir iklimi. Malumunuz baharlar erkenden yine açtı, bize az kaldığını işaret eder gibi. Bizim ise acil baharlara; hemen ardından da onurlu ve isyanlı Haziranlara ihtiyacımız var aslında. İnsanca baharları ve yazları, özgürlüğü, eşitliği, kardeşliği, doğayı, hayvanı ve ötekileştirilmemeyi ve insancıllığı çok hak ettik.


İnsanların, ülkelerin ve hatta yerkürenin ömründe, her şeyin ama her şeyin bir başı, bir de sonu vardır. Hiçbir şey yoktur ki, ömür boyu aynı şekilde, form, hacim, yön değiştirmeden kalsın. Diktatörler de, mahkûmiyetler de, depresyon da, ayrılık acısı da, rejimler de, yasaklar da, günahlar da gelir ve geçer. Çok büyük bir ruhsal zorluk içindeki insan acısını tarifsiz, çilesini sonsuz sanır. Bir depresyon hastasını, özellikle kronikleşmiş ve yıllara yayılmış bir durum ise bu koyu, derin melankolinin seyreleceğine inandırmak çok zordur. Aynı şekilde, yoksunluk ve baskı altında birini elbet bir gün özgürleşeceğine ikna etmek de. Kısacası umutlara eşik atlatmak hiç kolay değildir. Burada, hayattaki her dönem, düşünce ve duygunun geçiciliğini vurgulamak önem kazanır.

Rahmetli Engin Geçtan hoca, “Hayat” isimli kitabında fenomonolojik bilginin doğrusal bir şey olmadığını, yaşamsal olanın Kuantum fiziğindeki gibi sapmalar ve etkileşimlerle seyrettiğini anlatır. Doğal dile tercüme edecek olursak “Hayat biz planlar yaparken başımıza gelenlerdir”. Fizik değişmezliği, sabitliği, kazık çakıp gömülmeyi kabul etmez. İnsanın gelişimsel evrelerindeki gibi; doğan büyür, büyüyen yaşlanır ve yaşlanan ölür. Bu devinim, bu kıpırtı yaşamsallığın garantisidir. Öyleyse bizi çepeçevre kuşatan faşizm de, acı da, yas da, açlık da, korku da… Yaşam çizgimizde bir yerlerde son bulacaktır. Yakınlarda okuduğum Burhan Sönmez’in nadide romanı Taş ve Gölge’de iç içe geçmiş insanların, öykülerin, gençliğin, tarihi felaketlerin geçiciliği ve sadece mezar taşlarının kalıcılığı anlatılıyor. Mezar taşlarının bile yontulduğu halinde kalmasına engel olan güneşi, karı ve rüzgârı da buraya not düşersek anlamlı olur.

İnsanın gelişimsel evrelerini bir düşünsenize. Önce bir çocukluk vardır ki; hep derim, “Çocukluğa inilmez çıkılır, çünkü pek muteber bir mertebedir”. Bir dönem düşünün ki gördüğün, duyduğun, dokunduğun, kokladığın herkes ve her şey seni sen yapıyor. Asla unutulmuyor, illa ki unutulsun isteniyorsa da beyninin ve ruhunun en gizemli yerlerinde seni olup olmadık yer ve zamanda dürtmek için gizleniyor. Ergenlik ve gençlik derken de, nedense başlık olarak koyduğum bir film çağrışım yaptı. Lisede okulu kırmış, sinemaya gitmiş ve şu an hüzünlü bir aşk filmi olarak anımsadığım İnsan Kalbinin Haritası’nı izlemiştik. Çok genç, çok cesur ve çok özgürdük ve yaşadığımız her neyse, onu sonsuz sanıyorduk. Oysa üstünden 30 yıl geçip o yaşlarda bir kız çocuk sahibi olunca anlıyorum ki özgürlük, eşitlik ve cesaret de bu ülkede gençlik gibi geçiciymiş. Geçicilik maalesef hem güzellikler, hem zorluklar için geçerli.

Bazen bu zamanın ve zamanın sürüklediklerinin akıcılığını ve geçiciliğini psikoterapi seanslarında şöyle bir metaforla ifade ederim; sonunu görmediğin, kıvrıla kıvrıla uzanan bir yol düşün. Sen şimdi bu noktadasın. Bak şimdi, bulunduğun yerden ucunu bucağını görüyor musun? Muhtemelen hayır. Oysa ben buradan baktığımda senin o bulunduğun noktayı, sarsak veya emin adımlarla yol alışını, vardığını ve varmaya çalıştığını görüyorum. Süper güçlerim olduğundan değil, sana, öyküne, yoluna uzaktan baktığım için. Yolundaki engebeleri, kıvrımları uzaktan bakarak ayırt etmek için kendimi eğittiğim için. Gerçekten de bu olur. Psikoterapi süreci aydan aya, yıldan yıla her duygu tonunun, her yaşam olayının, her ilişki tarzının geçiciliğini bir hipermetrop gibi, uzağa tutarak görebildiğin bir yolculuğa dönüşür. Günlük hayatta, psikoterapi yolculuğundan ve bir muavin olarak terapistten bağımsız bunu deneyimlemek neden mümkün olmasın ki?

Çok sevdiğiniz psikoloji ve kişisel gelişim kitaplarında yazıyor mu tüm bunlar bilemiyorum. Muhakkak geçicilikten, dönemsellikten, kesitsellikten, kuantum fiziğinden dem vuran birkaç guru vardır. Ama benim asıl bahsettiğim spiritüel bir şey değil, popüler psikolojinin konusu hiç değil. Benim derdim çivisi çıkmış dünya düzeninin de, haksızlıklara uğradığımız bu çağın da, ölgünlüğün ve tükenmişliğin karşısında da psikolojik olarak sağ kalabilecek umudu devşirmektir. Gelişim psikolojisi bebekliği, çocukluğu, ergenliği ve gençliği, yetişkinliği ve yaşlılığı nasıl tane tane ele alıyorsa, birisi de çıkıp ben bu yolculuğu görüyorum demeli. Başıyla, kıvrılışıyla, tıkanışıyla, varışıyla ben bu yolculuğu görüyorum…

Şöyle bir geriye bakıp yaşamı kesit kesit, kademe kademe, adım adım görmeniz için psikoterapist olmanıza gerek yok. Ben anlamam ama siyaset bilimciler dünyanın, ülkelerin nereden başlayıp, nereye gittiğini hep öngördü. Türkiye’nin sağcı, yobaz, darbeci örüntüsünü bilenler bugünlere asla şaşırmadı. Lütfen dikkat edin bireysel öykülerimizde de, toplumsal örüntülerimizde de bir süreklilik, kesintiler, değişimler ve balyoz gibi inen darbeler var. Bireysel ve toplumsal anlamda her devir geldi ve geçti ama asla travmaların izi silinmedi. Bazen hepimiz aradan aylar, yıllar geçse de yürüdüğümüz yollardan aniden dönüp travmamızın kırdığı noktayı yeniden yeniden yaşadık. Geçmedi, geçemedi, aslında belki de akışın yön veremediği tek kırılma buydu.

Mevsimler geçici, diktatörler geçici, kullar geçici, gençlik geçici, isyan da geçici. Geriye dönüp baktığımızda sadece kalbimize gidenleri taşıyoruz yolun sonuna kadar. Gençlik, isyan, aşk, nezaket, insancıl bir zarafet kalıcı olacaksa, ancak insan kalbinin haritasını bilmekle mümkün olabilir. Son yıllar aklın alamayacağı her türlü doğal ve insan eliyle oluşmuş felakete sahne olurken, geçicilikten ve dönemsellikten bahsetmek ne kadar zor. Sanki donup kalmış bir zamana sıkışmış gibiyiz. Her gün birbirinin aynı, yok hayır hayır daha fenası. Tüm bunlar olurken, insanlığımızdan ve çağımızdan şüphe ederken, “Aşkı bilmeyene oy yok” diyen Selahattin Demirtaş çıkıyor. Katılalım ve artıralım: İncelikleri bilmeyene oy yok, korkuyu anlamayana oy yok, ihtiyaçlarımızı görmeyene oy yok, tektipleştirene oy yok, ötekileştirene oy yok, inat etmeyene oy yok… Dünyayı sol yanından ve en insancıl haliyle algılayanların o noktaya varacaklarına inanıyorum ben. “Umut yoksa, düş yoksa o günü ömürden saymayalım zaten”.