Oğuz Haksever’in düştüğü duruma, hele de sonraki açıklamasıyla birleştirerek “Allah’ın sopası yok ki” diyerek geçmek yeterli olabilir. Bilmem kaç yıllık meslek hayatı ile ilgili olarak mirasçıları da “canına okumuşsun” derler belki, o da ona yeter. Öte yandan RTE radyoda, televizyonda ve neredeyse her iletişim mecrasında konuşurken, kendisini ona laf yetiştirir, tartışır, bağırırken bulanların sayısının hiç […]

Oğuz Haksever’in düştüğü duruma, hele de sonraki açıklamasıyla birleştirerek “Allah’ın sopası yok ki” diyerek geçmek yeterli olabilir. Bilmem kaç yıllık meslek hayatı ile ilgili olarak mirasçıları da “canına okumuşsun” derler belki, o da ona yeter.

Öte yandan RTE radyoda, televizyonda ve neredeyse her iletişim mecrasında konuşurken, kendisini ona laf yetiştirir, tartışır, bağırırken bulanların sayısının hiç de az olmadığının da örneklerinden biri. Kendinizi, yakınlarınızı ekrandaki RTE ile bir tür “diyaloğa” girmiş halde bulduğunuzu biliyorsunuz değil mi? Örneğin arabada gidiyorsunuz, radyoda RTE konuşuyor ve yanınızdakilerle birlikte RTE’ ye yanıt veriyorsunuz. Hatta çoğu zaman bu yanıtlar, tepkiler yakası açılmadık ifadelerle bezeniyor. Tamam onlarca kanalda var ama yine de O’nun olmadığı bir kanal bulmak mümkün. Kanalı değiştiremiyor ve sesle, görüntüyle atışmaya başlıyorsunuz.

Minnoş büyüklerimizin televizyonda dizi seyrederken karakterlerle girdikleri diyaloglardan biraz farklı bir hal bu durum. Bir zamanlar sinema perdesinde Yılmaz Güney’e düşmanı arkadan yaklaşırken “Yılmaz abi dikkat et arkanda” diye haykıranların durumundan da farklı.

Seyretmemek, dinlememek mümkünken ve üstelik muhalifken ve söylediklerini onaylamazken de sanki hipnotize edilmiş gibi takılıp kalma durumu.

İğrenme, evrim sürecinde en son ortaya çıkmış ve neredeyse insana özgü genetik/ biyolojik bir duygu (emotion) hali. Elimizde olmadan kapıldığımız fizyolojik, zihinsel ve davranışsal bileşenleri olan temel olarak koruyucu ama saldırganlığı da besleyebilen evrimsel bir düzenek. Aşağılama, hor görme gibi yargısal eylemler de bu kaynaktan biçimleniyor.

Koruyucu çünkü iğrenilen şeyden/ durumdan uzak kalmayı sağlıyor. O şeyin zehirli, bulaşıcı, hastalıklı olabileceğini araya bir mesafe koymak gerektiğini, temas etmemeyi şartlıyor. Aynı zamanda onu “kötü, düşmancıl, dışlanması gereken” olarak imliyor. Hitler, Yahudilerin tiksindirici olduklarını söylerken bu duyguyu kışkırtıyordu. Beyazların, siyahları pis bulmaları ve kendi alanlarına girmelerini yasaklamaları da aynı hal. Alevi’nin yemeği yenmez, Kürtlerin kuyruğu var, yerel örnekler.

Tiksindiğimiz ve aşağıladığımız şeye ikircikli duygular besleriz. Aynı anda hem kendimizden uzak tutmak hem de görme alanımızın dışına çıkmasını engellemek isteriz. Görmediğimizde tehlikenin büyüyebileceği riskine katlanamayız. Aynı zamanda onu aşağılayarak, onun gibi olmadığımızı kendimize kanıtlamaya ihtiyaç duyarız. Hele de iğrendiğimiz güçlüyse, korkutucuysa biteviye o güce kafa tutarak, onu lanetleyerek kendi özsaygımızı yükseltebileceğimiz yanılgısına düşeriz. İşte asıl zehirlenme bu yolla oluşur. Ertuğrul Özkök’ün de Haksever’i teselli edeyim derken aklına gele gele “s” li radyo hikayesinin gelmesi bu ilişkinin neden olduğu dil sürçmesi.

Kötülük ve çirkinliğin cazibesi tam da bu ikircikli arafta tutmasından gelir. Öyle değilim demeye çalışırken öyle olmaya başlarız. Hor gördüğümüzü, aşağıladığımızı sanırken içimizdeki kötü olma potansiyelimizi harekete geçirdiğini göremeyiz. Bu etkileşim kötülüğün iyilerce de meşrulaştırılmasına yol açar. İnsan olmamamızı sağlayacak kaynaklarımız insanlıktan çıkmamızın önünü açar.

Kendinize kötülük etmeyin, seyretmeyin, dinlemeyin, insan kalın.