“Hepimiz Deniz Poyraz’ız!” dedim ya, hemen organize tepkiler yağdı. Böylesi vahşi bir cinayeti zerre umursamayan, hatta hak gören ve “Hepimiz Aybüke’yiz dediniz mi?” diye sorgulayan tepkiler… Organize oldukları belli ve çok da “toplum olma” durumumuzla ilgili değil.

Selçuk’un (Candansayar) dünkü yazısı, toplumsal karakterimize daha uygun düşen halin Sedat Peker’in tepkisi olduğunu söylüyordu: “Toplum birbirini kırmaz, devlet toplumu birbirine kırdırır. Cinayete, yıllardır devlete mafyalık yapmış olanın bile isyan etmesi de bundan değil mi?”

O yazıda, “… ne kadar kızgın, ne kadar Kürtlere karşı düşmanlaşmış, ne kadar HDP ile PKK’yi bir ve aynıymış gibi görmeye başlamış, ne kadar PKK’nin öldürdüğü öğretmenlere canı yanmış olsa da, bu toplumdan hiç kimse kendi kendine gidip genç bir kadını kıstırıp, insanlıkdışı bir şekilde katletmez(di)” denilerek geçmişte var olan bir “toplumsal hasletimiz”den söz edilirken, geleceğe dair umuda da işaret ediliyordu.

Necmi Erdoğan, Ekim 2015’te bu gazetede “Türkiye bir toplum mu?” diye sorarken, toplum olabilmenin bir koşulunun da “bir dizi insani (siyasal, ekonomik, kültürel, ahlaki, hukuki vs.) kurucu bağ ile birbirine bağlanmış” olmak olduğunu vurgularken, “kederde ve kıvançta bir olmaktan” ne kadar uzaklaştığımıza da dikkat çekiyordu.

Ezilen insanları (Kürt-Türk, Alevi-Sünni, kadın-erkek, yerli-mülteci) birbirine düşman eden “muktedirler” olsa da; insanlık onuru, insana saygı, özgürlük, adalet, eşitlik ve kardeşlik gibi evrensel değerleri içselleştiren bir toplumsal bağın oluşturulmasını bizim dert etmemiz gerekiyor. Bunu, o bağı hoyratça parçalayıp koparanlardan bekleyemeyeceğimize göre…

Kolay ve kısa sürede halledilecek bir sorun değil sözünü ettiğim, biliyorum. Ancak, çözümüne derhal kafa yormamıza ve bu doğrultudaki uzun yolun ilk adımlarını hemen atmamıza engel de değil. Neredeysek orada, mevcut “düşmanlaştırılmış” halimizi dert edinip, onu aşmaya dönük özgün yöntemler geliştirerek…

Nemrut’un Hz. İbrahim için yaktığı dev ateşe su taşıyan karınca gibi görünsek de ne gam, en azından dostluktan, kardeşlikten taraf olduğumuzu somutlayan bir adım daha atmış oluruz.

Gariptir, böylesi adımlar, sorunu bizim kadar şiddetli yaşamayan ülkelerden geliyor daha çok.

Menneskebiblioteket, İnsan Kütüphane yani, 2000 yılında Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da Ronni Abergel, kardeşi Dany ve arkadaşları Asma Mouna ve Cjritoffer Erichsen tarafından başlatılan bir “öğrenme platformu.” Bugün 80 ülkede aktif. Stereotipler ve önyargılarla mücadele eden bir inisiyatif. Farklı sosyal ve etnik gruplardan insanları bir araya getirerek, önyargılarına meydan okumalarına olanak tanımayı, ayrımcılığı dizginleyip davranışlarımızı değiştirmeyi hedefleyen bir kütüphane bu.

Klasik bir kütüphaneden farkı, raflarında basılı kitapların değil, kanlı canlı insanların olması. Bir Müslüman, bir siyah, bir asker, bir eşcinsel, bir engelli, bir AIDS’li bu kütüphanenin kitaplarından biri olabiliyor ve onu yarım saatliğine ödünç alarak okuyabiliyor/dinleyebiliyor, ona her türlü soruyu sorabiliyorsunuz. Bir “siyah kitap”la “polis kitap” ya da “dindar kitap”la “eşcinsel kitap” birbirlerini “okuduklarında” yargılamamayı da öğrenebiliyorlar…

Kuşkusuz yarım saatte mucize olmuyor, ama tanış olmaya doğru önemli bir adım atılmış oluyor.

Böyle İnsan Kütüphaneler en çok bize lazım aslında. Aybüke öğretmenin de Deniz Poyraz’ın kitap olabildiği kütüphaneler… Birbirimizin hikâyesini dinleyebileceğimiz, muktedirin düşmanlaştıran ateşine karınca kadar da olsa dostluk ve kardeşlik suyu taşıyacağımız inisiyatifler… Bize lazım!