Jack London klasikleşmiş eseri Martin Eden’de yazmak ve kendisini “kabul ettirmek” isteyen bir gemi işçisini anlatır. Kimileri bunu sınıf atlama çabası, kimileri ün peşinde koşma sevdası, kimileri de boş bir çaba olarak değerlendirir: “Güzeli güzel olduğu için sev ve dergilerden uzak dur. Gemilere ve denize dön, sana tavsiyem budur, Martin Eden. Hasta ve kokuşmuş insanlarla dolu bu şehirlerde işin ne? Her gün dergilere yaranmak için güzellikleri heba etmekle kendi boğazını kesiyorsun... Şöhreti ve parayı boş ver, yarın bir gemiye yazıl ve denizlere dön...” Şöhret için yazabilir insan, tanınmak için ya da... Ama hepsinden önemlisi, yaşadığını ispattır yazmak. İnsan yazar, yaşadığını önce kendisine sonra dünyaya ispat etmek için...

İnsan birçok nedenden ötürü yazar. Yaşadıklarını anlatmak için, yaşamadıklarını anlatmak için, isteyip de yapamadıklarını ya da istemeden yaptıklarını söylemek için. Yeni bir dünyayı, hayallerinde, kurmak için... Pişman olduğu için, âşık olduğu, olamadığı, nefret ettiği, kıskandığı, sevindiği ve üzüldüğü için yazar. Yalnız olduğu için...

Ancak kuşkusuz bütün bu nedenler tek başlarına ve yalın halleriyle yazma eylemini başlatabilecek güçte değildir. Çünkü bütün bu saydıklarımı hemen hemen bütün insanlar yaşar. Oysa bütün insanlar yazmaz. Ya da kimileri yazmayı aklından bile geçirmez. İnsanı yazmaya zorlayan başka bir şeydir. Yazmaya neden olan şeyler üzerine elbette herkes farklı önerilerde bulunacaktır. Ancak bana göre yazmak her şeyden önce varoluşsal bir soruna işaret eder. Yazar varoluşsal sorun yaşayandır. Yazarın dünyayı kavradığı yer, sıradanın, yüzeysel olanın kavradığı yer değildir. O, dünyayı büyük bir iç sıkıntısı olarak görür; bir elin diğerine sevgiyle dokunuşunda bütün bir evrenin varoluş nedenini kavrar; nefreti ve kötülüğü, sevginin ve iyiliğin karşısında değil içinde konumlandırır. Tam da o nedenle, yeri gelir, imanda küfür, küfürde iman bulur. Sevgiye inanmaz, nefreti yüceltir, aşka bağlanmaz. Nefrete inanmaz, sevgiyi yüceltir, aşka bağlanmaz. Aşka bağlanmaz ama tutkuya ölesiye âşıktır.

Onlar görmeden görebilen, duymadan duyabilenlerdir. Varoluşsal sancıyı, dünyada olma halinin derin sancısını kavrayanlardır.

Sartre’ın “dünyaya fırlatılmışlığını”, Camus’nün “saçma”sıyla birleştiren ve bu ikisini Erzurum-Narmanlı Aşık Sümmani’yle bir kılan o aynı kökten kendini görünür kılan varoluşsal sancıdır. Su yüzündeki izleri farklı olsa da, ayın altında farklı renklere bürünseler de çekilen çile aynıdır.

Bu saydıklarım için yazmanın bilmekle ilgisi yoktur. Yazmak yalnızca bilmekle ilişkili olsaydı, yalnızca bilgi yazmaya alan açsaydı, dünyayı bilmekten çok kavrayan, zahir gözlerle değil batın gözlerle gören Koca Veysel şu dizeleri yazamazdı: “Saklarım gözümde güzelliğini/ Her nereye bakarsam sen varsın orda/ Kalbimde gizlerim muhabbetini/ Koymam yabancıyı sen varsın orda... Ve Âşık Sümmani çektiği varoluş sancısını gönlünde tüm evreni bir kılarak aşka dönüştüremezdi: Ben razı değilem hicrana gama/ Garip gönlüm haldan hala salan var/ Sabavetten beri bir yol gözlerim/ El zanneder uzaklarda kalan var...

Yazmak varoluş sancısının su yüzüne çıkmasıdır. Doğu’yla Batı’yı bir kılandır. Sartre’la Sümmani’yi, Veysel’le Camus’yü buluşturandır. Yazmak, yaşadığını ispattır. Ve bedeli, Martin Eden’e olduğu gibi insanın kendisini kaybetmesi ya da bir başka dünyayı kurmasıdır.