Hukuk, tıpkı yakılıp yıkılan köylere uğramayan aş gibi, değmeden geçip gitti Roboski’den. Çoğu çocuk 34 insanını, savaş uçaklarından attığı bombalarla öldüren devletin, katliamdan “operasyon kazası” olarak bahsetmesinin utancı, kabul eden etmeyen, farkında olan olmayan, herkesin, hepimizin ömrüne yazıldı. Yargı, “askerin hiçbir kusuru yok” diyerek takipsizlik kararı verdiğinde, çocuğunun kopan elini günler sonra bulup gömen Roboskili ana babaların yüreğini nasıl ezip geçtiğini biliyordu.

Kaçağa gidiyorlardı. Tıpkı kendilerinden önce babalarının, dedelerinin yaptığı gibi. Devletin 60 yıldır bildiği, gördüğü bir yolla, katırla ve aynı yoldan, mayınların arasından... Barış sürecinin mimarı, dönemin Başbakanı Erdoğan, Genelkurmay Başkanı ve komutanları bu konudaki hassasiyetleri nedeniyle kutladı. Buna karşın bölgede incelemede bulunan insan hakları derneklerinin ortak açıklaması, bunun bir katliam olduğuydu. Uluslararası Ceza Mahkemesi, Türkiye’de etkin bir soruşturma yürütülemeyeceğini düşünüyor ve sorumluların ancak uluslararası yargılama mekanizmaları sayesinde açığa çıkarılacağını söylüyordu.

Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu, Roboski katliamı için “kasıt yok” dedi. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturmayla ilgili “benim görevim değil” dedi. Askeri Savcılık, “takip edilmesi gereken bir şey yok” dedi. Katliamdan sağ kurtulanlara pasaport kanununa muhalefetten; ölenlerin ailelerine sınır ihlali yapmaktan; anma için sınıra karanfil bırakmak isteyenlere para cezaları kesildi. Roboski’de ne yas bitti ne zulüm.

Ekecek toprakları, koşacak hayvanları yok. Sarp dağların arasında yaşamaya çalışıyorlar. Sadece topraklarını değil, yaşamlarını da bölen bir sınırda, katır üstünde can pahasına, iki bidon mazot için gidip geliyorlar. Başka bir geçim kaynakları yok. Öylesine mahkûm edilmişler ki bu hayata, katliamdan üç gün sonra bile, köylüsünün öldürüldüğü yerden geçerek, kaçağa gitmek zorunda kalan insanlar oldu. “Ama onlar da kaçakçıymış” diyerek katliamı meşrulaştırmaya çalışan, “kaçakçılıkla köşeyi dönmüşler” diyerek devlet eliyle yaratılan yoksulluk ve yoksunluğu perdelemek isteyen insan müsveddelerinin anlayamayacağı bir acı bu...

Bitmeyen zulmün son perdesinde, devlet şimdi de askerine katır öldürtüyor. Köylü, yaralı kurtulan katırlarını hayata döndürmek için seferber olmuş. Başka bir geçim kaynakları yok. Kaçağa gitmek tercih değil, büyük bir çaresizliğin sonucu. Borç harç aldıkları katırlar, bu zorlu yolda onların tek sermayesi. Toprağını, hayvanını elinden alıp kaçakçılığa mecbur ettiği insanların katırlarını, sınır ticaretini engellemek adına öldürmenin her dildeki çevirisi şudur: ya öl orada, ya terk et orayı!

Çoğunun yeni katır alacak parası yok. Adaletin uğramadığı Roboski’ye her gün yeni bir acı, her gün yeni bir umutsuzluk ekleniyor. Köylüler, 34 cana kast eden ve hiçbir şey olmamış gibi elleri cebinde ıslık çalarak uzaklaşan devletin, öldürülen katırlarıyla ilgili başvurabilecekleri bir merci olmadığının pek tabii farkında. Geriye bir tek, kamuoyuna seslerini duyurabilmek kalıyor.

Bu insanlar sevdiklerinden değil, çaresizlikten kaçağa gidiyor ve bunun böyle olduğunu en iyi, koşullarını yaratan devlet biliyor. 34 insanın katledilmesi dahi bu durumu değiştirmediyse, bir durup düşünmek gerekmez mi? “Kardeşim ne Kürt sorunu ya, daha ne istiyorsun, neyin eksik” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, 3 yıldır Roboski’de eksik olan yegâne şeyin adalet olduğunu görmüyor mu? “Kriz yaratmak için Kürt sorununun köpürtüldüğünü” iddia etmeden önce; ekmek için kelle koltukta çıktıkları yolda, can yoldaşı olmuş katırlarla insanları, asker kurşunuyla birbirinden ayırarak, şikâyet edilen kriz bizzat devlet eliyle yaratılmış olmuyor mu? Barış sürecinin önüne çekilebilecek en yüksek duvar, halkı “katledilen 34 insan neydi ki, 20 katır ne olsun” umutsuzluğuna terk etmektir. Barış, hamasetle değil; insanın, ağacın, hayvanın yaşam hakkına sahip çıkmakla sağlanır.