Okurluk üstüne yazmak/düşünmek elinde kalem olan kişinin temel görevi sayılmalı. Her kitabın bir dünya olduğunu bilirsek, okurla buluşması ve gerektiğinde ayrılık türküsü tutturmasının anlamını da kavramış oluruz

İnsan niçin roman okur?

Tuhaf zamanlardayız… “Post-Modern Açmazlar Çağı” herkesi önemli bir hikâyesi olduğunu inandırmaya başladı; başka türlü söylersek, kimsenin uzun/soluklu metin okumaya zamanı/tahammülü yok ama herkes yazmak peşinde… Niye? Çoklu yanıtı var bu sorunun; hayatta bir iz bırakmak ya da yaşadığına dair bir kanıt gereksinimi sayılıyor kitap. Oysa edebi etkinlik bu değil; belki bu kaygıları da içine alan, çok daha ileri bir susamışlık ‘yazmak’!

İlk romanım ‘Bir An Bin Parça’yı yazarken kendimle bir tartışmaya girmiştim. Sinemanın kutsandığı bir çağı yaşıyordum ve bir türlü aklım bu fikre yatmıyordu. Görüntülerin kolayca insanı kandırabileceği/etkileyeceği kanısındaydım; ötesi, bir felsefe/derinlik sorunu olduğunu görüyor ve bunu belgelemek istiyordum. Yine klasik romanlara düştü yolum o vakit ve haklı olduğumu anladım. Ölümsüzlüğü kanıtlanmış hangi romana bakarsanız, neden zamana kolayca direndiğini ve her an yeni olmayı nasıl başardığını kavramak mümkün. ‘Bir An Bin Parça’da şöyle yazdım: “İnsan ruhu hiçbir vizöre sığmaz.” Bu aynı zamanda yazarlık gereksiniminin anahtarı oldu bende.

Yazarların dünyası her zaman çekici gelir bana. Kimi durumlarda eserlerine hiç ilgi duymadığım yazarların serüvenlerinin peşinden giderim. Belki şöyle bir sav ortaya konabilir: ‘Yaşamı roman değeri taşıyan birinin yapıtı bu denli etkili olamaz. Yapıtı etkili olan birinin yaşamı ilgi çekici değildir!’ Bunu temellendirme gereksinimi duymuyorum, eğlenceli akıl yürütme diyelim. Ernest Hemingway aykırı bir örnek… Hem yazdıkları, hem yaşantısı hayli ilginç! Dövüşerek yaşayan ve yazan biri! Bilek gücüne inanıyor ve peşinden gidiyor bu dürtünün. Yazarlığa dair öğütleri de bu eksende.

YAZILARINDA KİBİR YOKTUR
Türlü maceraların peşine kolayca düşen, aşk/şehvet, kavga ve edebiyatla yoğrulan biri Hemingway… Savrulmalara açık bir yaşantısı var. Rüzgârla biçimlenen bir denizin ruhunu taşıyor. Hemen tüm yaşantısı taşkınlıklarla örülmüş. Hep haklı olduğundan emin, iniş çıkışları bol.

Gazetecilik, elbet tatmin etmez bu yazarı. Sade suya tirit bir edebiyat ortamında mutlu olması da söz konusu değil. Yazmanın kendiliğinden gelişen bir eylem olduğundan emin Hemingway, kibirli/büyük laflara pek yüz vermiyor:

“Öncelikle yetenek olmalı, hem de büyük yetenek. Kiplininki gibi bir yetenek. Sonra disiplin olmalı, Flaubert’de olan cinsten. Sonra ise olasılıkları kucaklayan bir kavrayış ve taklitçiliği önleyecek, Paris’teki standart metre kadar değişmez, katıksız bilinç gerekli. Bunlardan başka, yazar zeki olmalı, önyargısız olmalı ve en önemlisi hayatta kalabilmeli. Bir insanda tüm bu özellikler olsun, üstüne de bir yazarı bunaltan tüm o baskıdan sağ çıksın. Zaman öylesine kıt ki, yazarın en büyük arzusu hayatta kalmak ve işini bitirmektir.”

Bana sorarsanız yukarıdaki reçeteyi uygulayan, hakkını veren kimselerin yazarlık talihleri yüksektir. Denebilir ki; ‘yazarlık ve rastlantı/talih bir araya nasıl gelir?’ Dünya tarihinin kaybolmuş ve söylenceye dönmüş büyük/değerli metinlerle dolu olduğunu unutmayalım. Dar zamanlarda kendini inşa etmeye çalışır yazar. Yapıtı bağımsızlığını ilan edip artık özgürleşince, biraz da talih gereksinimi vardır.

Her kitabın kendi yaşantısı olduğuna inanırım. Eğer güçlü bir romandan söz ediyorsak, yazarından fazla yaşayacağı kesindir. Garip bir duygu bu; yaratınız/eseriniz zamana direniyor ve çağlar boyu süren bir tanıklık yaşıyor. Hem kendinden vererek etkiliyor akan zamanı, hem etkilenerek biçimleniyor. Okurluğun, yazarın yaratısına katılmak olduğunu unutmayalım. Herakleitos’un sözü burada geçerli: “Güneş her gün yeni!”

ROMANI TEHLİKELİ BULUNDU
Oscar Wilde “Dorian Gray’in Portresi”ni yazarken başına gelecekleri biliyordu kuşkusuz. Ahlaksızlıkla suçlanan, tehlikeli sayılan roman uzun süre yasaklı kaldı. Aşk, güzellik, yaratıcılık üstüne trajik bir öyküden söz ediyoruz. Aşk hangi biçimde olursa olsun yazarın konusudur.

Hemcinslerin arasındaki tutkuyu dillendirmek her zaman güç elbet… Bana kalırsa bu hayli tartışmalı metnin güçlü yanı sözü edilen aşktan gelmiyor. Güzelliğin, insanın başına ne türden belalar açacağını önceden gören bir ressamın, modelinin yazgısını çizmesi ve Tanrı’nın evrende yarattığı en güzel varlık olduğunu düşündüğü Dorian Gray’in günbegün tuval üstünde yaşlanması ve kötülüğü bir zehir gibi bedeninde taşıması sarsıcı geliyor okura.

Soylu bir aileden geldiği halde giderek yalnızlaşan ve derin bir acı içinde kıvranan Dorian Gray, kendi güzelliğine yenik düşüyor. Çok önceden olacakları sezen, bir kâhin gibi resmeden Basil Hallward tüm bu yaratma şehvetinin bedelini modeli tarafından öldürülerek ödüyor. Gray’in yakınında olan herkesin lanetlendiğini görüyoruz adım adım; kimi intihar ediyor, kimi öldürülüyor ve o portre, güzelliğin zamana direnemeyeceğini haykıran o benzersiz yaratı bir çarmıh gibi duruyor öylece. Amin Maalouf, o benzersiz romanında “Güzelliği Lamia’nın sırtında bir çarmıh gibi duruyordu” demişti. Farklı çağlarda, farklı bedenler, neredeyse yemin edebilirim aynı yazar zihninde sorunsallaşıyor ‘güzel’ olgusu. Yazarların tek bir kalemle yazdığını düşündüm. Bir bayrak yarışında elden ele verilen bir kalemdir bu!

Romanın en ilginç kişisi Lord Henry. Herkes Dorian’ı terk ederken, o tüm yaşamların feda edilebileceğine inanıyor. Onun sözleriyle ilerleyelim:

“İnsanlar bazen ‘güzelliğin’ yapay bir şey olduğunu söylerler. Olabilir. Ama hiç değilse düşünce kadar yapay değildir. Benim için güzellik, mucizelerin mucizesidir. Görünüşe göre hüküm vermeyenler sığ insanlardır. Dünyada gerçek gizem görünür şeylerin kendisidir, görünmez şeyler değil.”

ROMAN, ROMANI ÇAĞIRIR
Her satırı tartışmaya değer fikirler. Muhtemelen buralarda karakterlerin kendi dünyasıyla Wilde iç içe geçiyor. Bir yanıyla çelişkilerini/çatışmalarını paylaşıyor yazar. Usta işidir bu. Bir yazarın metni kurarken tamamen kendinden bağımsızlaşabileceğine inanmam. Romanın hakikati için, yazarın bencillikten kurtulması gerekir elbet. Ama kendini saklamak adına yapaylığa düşebilir. İnce ve kırılgan bir çizgi bu… Bir roman, mutlaka diğerini çağırır, belki doğurur. Thomas Mann’ın “Venedik’te Ölüm”üyle böyle karşılaştım. Rastlantıya inanmam.

Mann, hemen tüm yapıtlarında kendi yaşamından belirgin ayrıntılar koyan bir yazar. Uzun ve şiirsel paragraflarında büyülü bir dünya kuruyor. Çoğu zaman öykünün bağlamından öte, derin ve çarpıcı tasvirlerle içine alıyor okuru. Hem uzun metinleriyle büyük romancı olduğunu kanıtlıyor, hem de kısa ve sarsıcı metinler kurarak her yazınsal alanda usta olduğunu gösteriyor bize. Ünlü ve henüz ellisinde olan bir yazarın, neredeyse esrikliğe varan, ahlaki sorgulamalarla dolu macerasını izliyoruz. Başkahraman bir erkek ve yine benzersiz bir güzellik…

Mann, kendi gibi bir yazarı koyuyor başrole. Yazar/kahraman Ashenbach tatil için Venedik’e geliyor. Aklında sorular var yazarın. Burada Thomas Mann konuşuyor bence. Güzellik, yaratma, sanat sorunları üstüne türlü düşüncelere rastlıyoruz. Ta ki kaldığı otelde o çocukla karşılaşana dek. Yine aynı tarifleri okuyoruz. Benzersiz bir güzellik karşısında etkilenen, şaşıran bir yaratıcı söz konusu… Bu kez erkek ve güzel bir çocuk hayranlık uyandıran… Yazar hem ahlaki tartışmalar yapıyor kendiyle, hem etkisi altına girdiği bu çocuk için benzersiz çaba gösteriyor. Bir yerde: “Tamamen duygu olabilen düşünce, düşünce olabilen duygu, yazar için mutluluktur” diyor. Altını çizmişim.

SAYFA, KALEM VE GERÇEK
Romanlar, ‘matruşka’ misali birbiri içinden çıkar. Sonsuz, sınırsız bir yoldur yürünen. Hangi zamanda ve ne tür bir gereksinimle bir yazarla karşılaşılır bunun gizini çözmek güçtür. Yazarlığa dair kafa patlatan biri, doğal olarak bu tür gizlerin içinde bulur kendini. Üzerindeki esrar perdesi kalkınca, aydınlık/berrak bir zihin bulacağını ummak derin bir yanılgıdır. Her seferinde daha kalın, güçlü bir örtüyle karşılaşır yazar. Bununla mücadele etmek için açlıkla yeni romanların peşine düşer kişi.

“Bilirsin kurgu, daha doğrusu düzyazı yazarlığın en zor kısmıdır. Sırtını yaslayabileceğin güvenilir bir dayanağın yoktur. Elindekiler yalnızca boş sayfan, kalemin ve gerçekliğin kendisinden daha sahici şeyler yaratma zorunluluğudur. Somut olmayanı alıp somutlaştırman ve onu okuyucunun yaşamının bir parçası olabilecek kadar normal göstermen” diye yazıyor bir mektubunda Hemingway. Yeni bir hakikat yaratmanın, üstelik bunun bildiğimiz yaşantıdan daha inandırıcı olması zorunluluğu, tüm düzyazı emekçisinin sorunudur. Üstelik değişen bilişim olanakları, her yandan hayatı işgale hazır uyarıcı arasından sıyrılıp fark edilmek hiç kolay değil. İnsanın böyle bir gereksinimi olduğunu ona anımsatmak en zor olan. Tek bir satır edebi metin okumamış birinin enayi mutluluğuna hayran olmamak elde değil. O farkında olmasa da dünya döner nasılsa…

Roman okumak ve yazmak iç içe geçmiş bir süreç. Yazma ve okuma bağımlılığı arasında yer değiştiren bir sıralama var. Kimi zaman günler boyu okuma doyumsuz bir gereksinim halini alır, an gelir, kusarca yazmak ister insan. Şimdi elimde Zweig romanı var: “Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat”. Daha yeni bitirdim ve güzellik, aşk, rastlantı üzerine yeniden düşünüyorum. Bu kez yaşlı bir kadın anlatıyor.

‘İnsan niçin roman okur?’ İyi soru. Bunun yanıtını bir bulabilsem.