Cahide Birgül, romanlarında gerilim türüne örnek oluşturacak hikâyeler anlatırken, çok sıradan hayatlar yaşayan, dikkat çekmeyen insanların iç dünyalarına ışık tutar

İnsan ruhunun karanlık dehlizlerinde dolaşan bir yazar: Cahide Birgül

MERVE KÜÇÜKSARP

Son yüz elli yıldır roman geleneğine ama küçük ama büyük katkıda bulunan yazarları temel olarak iki sınıfa ayırmamı isteselerdi, -Rus romancılığında klasikleşmiş bir karşılaştırmalı eleştiriden de faydalanarak- “Tolstoy’un izinden gidenler ve Dostoyevski’nin izinden gidenler” diye cevap verirdim, ilk etapta. “Yaşadığı topluma ve dönemine afili bir ayna tutan, Homeros’tan miras destansı anlatı geleneğini sürdüren, hatta Anna Karenina’da bile bu tavrından taviz vermeyen Tolstoy’un izinden gidenler ve karakterlerini dönemin atmosferinden -olabildiğince- soyutlayarak onların girift tabiatlarını mercek altına alanDostoyevski’nin izinden gidenler” diye...

Eserleri daha önceki yıllarda Everest Yayınları, Metis Yayınları ve Oğlak Yayınları tarafından yayımlanmışken, şimdilerde ise Kafka Yayınları tarafından yayımlanmaya başlanan Cahide Birgül’ün Gölgeler Çekildiğinde ve Geceye Uyananlar isimli romanlarını okuduktan sonra onun hakkında ilk düşündüğüm, “insan ruhunun karanlık ve tekinsiz dehlizlerinde dolaşan” bir yazar olduğu ve “Dostoyevski’nin izinden giden” yazarlar taifesinin parlak bir üyesi olduğuydu.

SIRADAN İNSANIN İÇ DÜNYASI

Gölgeler Çekildiğinde (1998), Geceye Uyananlar (2000), Ah Tutku Beni Öldürür müsün? (2004),Eflatun Koza (2009)’ romanlarının ve Talat Halman’la Söyleşiler isimli kitabın yazarı Cahide Birgül (1956-2009 ), romanlarında gerilim türüne örnek oluşturacak hikâyeler anlatırken, çok sıradan hayatlar yaşayan, dikkat çekmeyen insanların iç dünyalarına ışık tutar.

Tekerlekli sandalyeye mahkûm babasıyla yaşayan Esin’in, evlerine bir müddet için misafir olarak gelen Deniz’in hayatlarına girmesiyle birlikte geçmişiyle hesaplaşmasını ve geçirdiği değişimleri anlattığı romanı Gölgeler Çekildiğinde, yazarın ilk romanı olmasına rağmen yayımlandığında, hatırı sayılır bir ilgi görür. Bunda romanın gerilim türünün başarılı bir örneği olmasının yanı sıra, bugün toplumumuzda hâlâ tabu olan eşcinsel ilişkiyi Deniz ve Esin’in penceresinden yansıtmasının da payı vardır kuşkusuz. Ne var ki romanın asıl alametifarikası Birgül’ün, karakterlerin, -bilhassa Esin ve Deniz’in karanlık ve çelişkili yönlerini anlatı boyunca, bazen okuru irkilterek ama son tahlilde psikolojik derinlik sevenler için muazzam bir okuma lezzeti sunarak göstermesindedir. Nitekim Birgül diğer romanlarında da aynı yazar tavrını sürdürerek, her bir karaktere dair verdiği ayrıntılarla, iz bırakan ama göze batmayan fırça darbeleri yaparak anlatısını zenginleştirir, derinleştirir.

AİLE: MÜEBBET ZİNDAN

Keza ikinci romanı GeceyeUyananlar’da Birgül yine aileye çevirir merceğini. Çünkü bilir ki, kimi zaman en hafi çatışmaların ve en ağılısırların, topluma usul usul akan irinin membaıdır aile. ‘Kol kırılır, yen içinde kalır’ düsturunun asırlardır sertleştirdiği duvarlarla korunan, dokunulmayan, konuşulmayan, toplumun en mahrem birimidir. Kimileri için ise müebbet bir zindandır.

Geceye Uyananlar’da zihinsel engelli kardeş Memo, teşkilatta çalışan genç, yakışıklı Haluk ve Nilüfer ekseninde ivme alır hikâye. Dışarıdan oldukça olağan görünen bir ailenin üzerindeki sırları kazıyarak altında yer alan yaraları, marazları ve çatışmaları açığa çıkarır. Üstelik tüm bunları, yazar/anlatıcıyı aradan çıkarıp ana gerilimin iki öznesi olan Haluk ve Nilüfer’in dilinden anlatarak ustalıkla gösterir okura.

KASVETLİ BİR ATMOSFER

Birgül’ün romanlarında sıkça rastlanan unsurlardan biri de, anlatıya kasvetli ve karanlık bir atmosferin hâkim olmasıdır. Birgül romanlarında hava ekseriya bulutlu ve yağmurludur. Tasvir edilen evler ise penceresinden pek güneş ışığı girmeyen, roman kişilerinin kapkara gölgelerinin dolaştığı kasvetli, dehşetengiz yerlerdir.

Bununla birlikte -üniversitede aldığı mimarlık eğitiminin etkisinden olsa gerek-, Birgül romanlarında mekânları, olay örgüsüne bağlı olarak çok iyi kullanır. Okurun zihninde hikâyenin/olayların/kişilerin birbirini tamamladığı neredeyse kusursuz bir tablo meydana getirir.

Ancak yine de, anlatı esnasında okuyanın zihninde çeşitli imgeler uyandıran Birgül’ün romanlarından ayrılırken okurun belleğinde kalan, -Geceye Uyananlar’daki kamçı gibi özel nesneleri saymazsak- eşyalar veya mekânlar değildir. Onun metinlerinin iz bırakan tarafı okuru o karanlık ve kasvetli dünyalara sokmaktaki, yaşanan bunalımı hissettirmekteki başarısıdır.

‘BU NE KÜSTAHLIK’

Bugün her yazdığını gök kubbede parlayacak eşsiz bir yıldız sanıp göğsüne takan, okur sayısını da bu yıldızın bakiliğine emare sanan yazarların aksine Birgül’ün -ilk romanının önsözünde yer alan- yazmaya ve yazarlığa dair şu açıklaması oldukça anlamlıdır:

“Onu (romanı) elime aldığımda sevinçten çok mahcubiyettir beni kuşatan. ‘Bu ne küstahlık?’ derim kendi kendime. ‘Yazıyor ve bastırıyorsun. İnsanlar okusun diye. Bu nasıl bir kendini beğenmedir?’ diye sorarım. Çünkü yazmanın tüm aşamalarında tek kişilik bir eylem olduğunu düşünürüm. Sonunda da öyle olmalı, madem bir kişi yazdı, sadece o kişi okumalı. O kadar… Bundan sonrası tam bir ‘kendini bilmezlik’ hali bence. Ama hangi yazar egosuyla başa çıkmış ki, ben çıkayım?”

Nitekim o, yazarlığa dair bu mütevazi ve yalın tavrını üslubuyla da sürdürür. Yalın diliyle, merceği altına aldığı sıradan insanlarıyla, okurlarına görünenin arkasında saklı bambaşka bir dünyayı gösterir.