Kutsal Hayat Üçlemesi’ni oluşturan üç romanda olaylar birbirini takip ediyor ve kişiler zamanla dinamik birer karakter olarak değişkenlikler gösteriyor olsalar da okur, dilediği kitabı tek olarak da okuyabiliyor üçleme kapsamında.

İnsan ruhunun karanlık labirentlerinde

HÜLYA SOYŞEKERCİ

Genç senarist, öykü ve roman yazarı Vildan Çetin, Kutsal Hayat Üçlemesi adı altında topladığı romanlarından ikisini daha önce Ses ve Kök adlarıyla yayımlamıştı. Geçen günlerde üçlemenin son romanı Ama da okurla buluştu.

Kutsal Hayat Üçlemesi’ni oluşturan üç romanda olaylar birbirini takip ediyor ve kişiler zamanla dinamik birer karakter olarak değişkenlikler gösteriyor olsalar da okur, dilediği kitabı tek olarak da okuyabiliyor üçleme kapsamında. Vildan Çetin, üç romanda olay, durum ve kişileri öyle farklı bir kurguyla birbirine dantel gibi örmüş ki, okur, üçlemedeki tek romanı okusa da olayları birbirine bağlayabilmeyi ve akışa dâhil olmayı başarıyor. Psikolojik derinlik taşıyan bu bütünlüklü yapıtı, dilerseniz üçleme olarak, dilerseniz tek tek okuyabilir; insan ruhunun karanlık labirentlerinde bazen korku bazen ürpertiyle çoğu zaman da merak ve heyecanla dolaşabilirsiniz. Kendi içine doğru derinleşen metinler nadirdir; Vildan Çetin, üçlemesinde bu derinleşmeyi yetkinlikle gerçekleştiriyor.
Üçlemeyi tamamlayan Ama, kişilerin iç konuşmaları, çağrışımları, anımsamaları ve bilinç akışı üzerine temelleniyor. Ama üçlemenin diğer romanları gibi modernist bakış açısıyla yazılmış psikolojik bir roman. Sözcükleriyle ruhsal bir kazıya çıkıyor roman kişileri. Karakter özelliklerine göre konuşma üslupları farklılık gösteriyor. Çoğu edebiyatçıya göre roman yazmak öncelikle karakter yaratma sanatıdır. Vildan Çetin de gerçek bir karakter yaratıcısı. İnsan ruhunun karmaşasını, karanlık noktalarını keşfeden yaratıcı bir yazar algısı ve sezgisiyle karakterlerini oluşturuyor. Bu karakterlerin bilinç akışı ve iç konuşmalar yoluyla metin içi dünyada hayat bulması, yazarın ayrı bir başarısı. Kişilerinin kendine özgü niteliklerini iç konuşmalarına yüklemiş durumda. İç konuşmalardan oluşan “içsel bir tiyatro” izler gibiyiz.

Mesela Erdal’ın küfürlü, sert, şiddet dolu eril dili, içini en ince noktasına kadar görmemizi sağlıyor. Kişiliğindeki çelişkileri, Ece ile evliliğindeki sorunları, Ece ile ablası Selin karşısındaki ezikliğine tanık oluyoruz bu dilin içinde. Erdal kendini aşağılanmış hissediyor, şiddet eğilimi de taşıyor. İçindeki öfkeyi yansıtmamaya çalışıyor ama Ece’ye ihanet ederek ondan intikam alıyor. Erdal’ın zihninde yüzlerce olay, durum, hikâye ve insan kaynaşıyor. Hepsi şimşek hızında akarken çağrışımlarla konudan konuya atlıyor Erdal. Kadınlara öfkesi kullandığı eril dilde şekilleniyor. Kendini yetersiz gören Erdal’ın tepkili iç konuşmalarında alay ve küçümseme egemen. Benzetmelerinde kadınları aşağılayan ifadelere yer veriyor; onlara söyleyemediği kötü sözleri, iç konuşmalarına yüklüyor. Gerçek bir buhran diline tanık oluyoruz.
Diğer kişiler de bilinçlerindeki akış ve iç konuşmalarla kendileri yavaş yavaş açıyor; böylece onların yaşantılarına, çocukluk ve gençlik yıllarına uzanıyoruz. Yaşamak ve yazmak cehennemindeki iki kız kardeşin ve yakın çevrelerindeki birkaç kişinin öyküsüdür bu. Selin yazılar kaleme alan, iç dünyası karmakarışık genç bir kadındır. Kız kardeşi Ece ile yaşadıkları sorunları geride bırakıp yeniden bir araya gelmiş ve bir ittifak kurmuşlardır. Ece’nin iç konuşması kırık döküktür; az sözcüklü cümlelerden oluşur, hecelemeye kadar indirgenerek susku diline yaklaşır. Büyük bir vicdan azabının pençesindedir Ece. Kendini duygularını belli etmeyen mantıklı biri gibi gösterir, ama o duyguları içe doğru patlamalar halinde yaşar. İş hayatı ve evi arasında sıkışan Ece, yaşadığı vicdan azabı yüzünden perişandır. Sürekli kâbus görür, sonunda intihara teşebbüs eder, ama Selin yetişip onu kurtarır.
Vildan Çetin, iç konuşmalardaki tarzlarıyla var ediyor karakterlerini. Her birinin üslubu, anılarını, çocukluğunu, yaşadığı mekânları, aile ortamlarını şekillendiriyor. Bilindiği gibi bir romanda karakterler yaratma ve konuşturma sürecinde, üslubu ustalıkla aktarmak büyük önem taşıyor. Vildan Çetin, karakter-üslup arasındaki etkileşimi metninde bilinçle işleyerek her şeyi ince ayrıntılar dâhilinde inşa ediyor.
Selin de travmatik ve hassas bir karakterdir. Duygu ve sezgilere önem verir. Sevgilisinin, yakın bir arkadaşıyla ihanetine katlanamaz. Ağır bir bunalım geçirince akıl hastanesine kaldırılır. Selin’in de zihninden akan sözcüklerle geçmişini çözümleyebiliyoruz. Hastanede Talat Kavak adlı yaşlı bir adamla dostluk kurar; baba kız gibi olurlar. Talat, Selin’i himayesine almıştır. Selin’in acı çekmesine son vermek için onu üzeni öldürmeye karar verecek kadar gözü dönmüştür. Talat’ın ikna etmesiyle Ece de cinayete dolaylı yoldan yardım etmiştir. Ece o nedenle vicdan azabı içinde kıvranır. Talat’ın Osmanlı’dan kalan bir adam olması, üslubuna yansır. Ağır, ağdalı Osmanlıca ile bilincinden geçenleri dillendirerek iç dünyasını açar Talat. Onun da ağır travmatik bir çocukluğu olduğunu öğreniriz “şeffaflaşan zihni”nde. Babası Osmanlı geleneğini sürdüren bir adamdır; annesi ise yeni inşa edilen modern topluma adapte olmuş serbest bir kadındır. Anne baba arasındaki zihniyet ve hayat tarzı farklılığının sonucunda maruz kaldığı derin yalnızlık ve acı, çocuk Talat’ın ruh sağlığını harap edecektir. Yazar, değişen toplum yapısını da karakterin bilinç akışı içinde göstermeyi başarır.
Romanda mekânlar ile kişiler arasındaki bağ dikkatle işleniyor. Ece’nin Erdal’la yaşadığı küf kokulu bodrum katını, Talat’ın yangın sonrasında harap olan aile yadigârı köşkü ve oralarda yaşananları ayrıntılarıyla dillendirerek mekân ile mekânda yaşayan kişiler arasındaki etkileşimi metne ustalıkla sindiriyor yazar. Köşkün zenginliği ve ihtişamının, eşyaların tasviri üzerinden incelikli anlatımı da dikkati çekiyor.
Talat Kavak, Selin’in akıl hastanesinde yazdığı notların kitap haline gelmesini sağlar ve adı Ses olan bir roman yayımlanır. Selin’in çevresindekiler romanı anlayamaz ve onu küçümserler. Ece ile Selin arasında gerilimli ama derin bir bağ vardır. Birbirlerini anlama çabası içindedirler. Bazen karakterin bilinç akışında yazarın zihin sesini de duyar gibi oluruz: “Ben yaratıyorum. İçimdeki öfkeden, nefretten, çaresizlikten. Onu olduğu kişi yapan benim. Tüm o karanlık taraf, benim emeğim. Göz nurum. İşlemişim her detayını. İlmik kaçırmadan örmüşüm harabiyetimi. İçine ben yazmışım bu hikâyede.” Kurmaca ile gerçek birbirine dokunur böylece.
Selin bir gence âşık olmaya başlayınca hemen onu terk eder; bir hayalet gibidir, var olup olmamayı sorgular genç kadın. Giderek şaşırtıcı olaylarla karşılaşırız; olaylar sürerken Ece’nin adeta Selin’leştiğine tanık oluruz. İki kız kardeş, bilinçaltı gölgelerine, aşılmaz labirentlere teslim olacaklar; anne rahmine sığınırcasına huzur ve sessizliği buldukları derin bir karanlığa koşacaklardır.