Yöneten-yönetilen veya ezen-ezilen gibi ayrımlar belirginleştikçe, birbirini tanımayan insanların ortaklaşa hayatıyla ilişkili semboller, inançlar ve sistemler birer iktidar aracına dönüştü.

İnsan türünün kötülüğünü anlatmak

Zafer Köse

İnsanların kötü olduğunu ileri süren birçok kişiye mutlaka rastlıyorsunuzdur. Hatta bazıları, insanın doğadaki en vahşi ve yıkıcı canlı olduğunu anlatmaktan pek hoşlanır. Evet, “kötü” olma hali, galiba sadece insana özgü. Diğer canlılarda görülen şiddetin “spor” gibi, “nefret” veya “eğlence” gibi açıklamaları yok.
Oysa Erich Fromm, insandaki yıkıcılığın ve şiddetin biyolojik bir mesele olmadığını anlatır. İnsana çok yakın türdeki diğer canlılarda, hatta insan evriminin önceki dönemlerinde “kötülükten zevk alma” eğilimi bulunmadığına dikkat çeker. Dolayısıyla, insan kötülüğü aslında kültürel bir olgudur. Yani “insan doğası” ile değil, daha çok, içinde yaşanılan koşullarla açıklanabilir.


Genel insanlık niteliklerini belirlemek için aynı dönemde yaşadığımız insanları veya son üç beş kuşakta yaşamış olanları referans kabul edemeyiz.
Havemann, kültürel niteliklerin elenmesi ve gelişmesi konusunda da doğadaki seçilim olgusunun geçerli olduğunu anlatır: Her ağaçtan binlerce, milyonlarca tohum etrafa saçılıyor. Binlerce ağaçtan oluşan bir ormanda, her yıl milyarlarca yaşam olasılığı üretiliyor. Ve bunların çevre koşullarına en uygun olan küçücük bir kısmı tutunuyor toprağa. Böylece filizlenen yaşamlar birbirlerine benzer özellikte oluyor. Diğerlerine benzemeyen ve çok az bulunduğu için farkına varılamayan çeşit çeşit olasılıklar da aslında varlığını sürdürebiliyor. Çevresel koşullar değişince, bu sefer o çeşitlerden biri yaygınlaşmaya, bir süre sonra da genel görünümü oluşturmaya başlıyor. Bu biyolojik gerçeklik, insanlığın kültürel nitelikleri açısından da geçerli.

Dayanışma mecburiyeti

Evrimin bir aşamasından sonra -dik durmakla ilişkili, kadınlardaki fiziksel değişimden beri- insan yavrusunun doğması iyice zor bir olay haline geldi. Sadece gelişmeden doğan en güçsüz bebekler ve anneleri yaşayabiliyordu. Öte yandan, o zor koşullarda, grup içinde bencilce davranıldığı durumda, en güçlülerin bile sağ kalma şansı çok azdı. Kuşaklar boyunca, insanlar birbirlerine sahip çıkarak ve ortaklaşmacı biçimde hareket ederek varlığını sürdürebildi. Yaşlıların, engelli üyelerin, gruptaki herkesin gereksinimini hep beraber sağlayan insan çeşitleri doğadaki varlıklarını sürdürebildiler. Çünkü onların dayanışmacı özellikleri çevreye ve koşullara uygundu.

Günümüz insanının yaygın biçimde üzerinde anlaştığı “iyilik”, “güzellik”, “doğruluk” gibi kavramlar, o hayatın ürünüydü. Özellikle de birbirini tanıyan küçük gruplar halinde yaşanan dönemin. Bu nedenle, günümüz insanı da, günlük hayatta karşılaştığı bir kişinin, örneğin bir öğrencinin derdini kendine dert ediyor, ama toplumdaki tanımadığı öğrencilerin gereksinimlerinden kendini pek sorumlu hissetmiyor.

O zamanki ninelerimiz ve dedelerimiz arasında elbette daha bencil, daha bireyci, fırsatçı, rekabetçi özellikleri önde olanlar da vardı; koşullar onların varlığını sürdürmesine pek uygun değildi. Ama o özellikler tümüyle kaybolmadı, uygarlaşmaya geçiş sürecine kadar insanda çekinik biçimde varlığını sürdürdü.
Daha büyük organizasyonlarla, toplumsal sistem içinde yaşamaya başlayınca, insanın kolektif üretim yeteneği daha da gelişti. Doğanın en güçsüz canlısı olarak doğan insan türünün en fazla dayanışma ve paylaşma geliştiren çeşidi, uygarlıklar yaratan bir canlı haline geldi.

İnanma mecburiyeti

Alâeddin Şenel, güncel insan özelliklerinin, ilkel topluluktan uygar topluma geçiş sürecini inceleyerek kavranabileceğini anlatır.

Birbirini tanımayan kalabalıklar halinde yaşamaya başlayan insanlar kendilerini nasıl aynı grup içinde hissedecekti? Ortak semboller, inançlar, sistemler olmadan bu mümkün müydü? Örneğin, büyücülük gibi bazı uygulamaların gelişip dinlerin ortaya çıkmasını, insanların bir arada yaşama istenciyle de açıklayabiliriz. Ne var ki, bir süre sonra, bu ortak inanç ve simgelerin ortaya çıkış koşullarındaki masumlukları kayboldu.

En önemli gelişme, kuşkusuz, insanın günlük gereksinimini aşan bir üretim yeteneğine ulaşmasıydı. Artık değer sayesinde, herkesin çalışmasına gerek kalmıyordu. Çalışmayan bir kesim, kaynakların kullanılması ve üretimin planlanması gibi konuları yönetebilirdi. “Artık değer”i yönetmek, kaçınılmaz biçimde mülkiyet ve iktidar gibi olgularla birlikte gelişti.

Böylece yöneten-yönetilen veya ezen-ezilen gibi ayrımlar belirginleştikçe, birbirini tanımayan insanların ortaklaşa hayatıyla ilişkili semboller, inançlar ve sistemler birer iktidar aracına dönüştü. İnsanların birbirleri için eşyalar, bilgiler, güzellikler ürettiği gerçeği hissedilemez oldu.

Oluşan yeni ortamda, hem yönetenlere itaat hem de diğer yönetilenlerle rekabet gibi, “artık değer”in çoğaltılmasını sağlayacak insan özellikleri beslendi. Doğrusu, “artık değer”in gittikçe daha az sayıda insanın elinde toplanması ve tekrar tekrar üretim sistemindeki yatırımlar için sermayeye dönüşmesi sonucunda, insanlık tarihinde görülmemiş bir zenginleşme de ortaya çıktı. Ne var ki, “büyük insanlık”a hiç de mutluluk getirmeyen bir zenginlikti bu. İnsan, doğadaki varlığını sürdürmeye uygun kendi niteliklerine yabancılaşıyordu.

Başkaldırma mecburiyeti

Bu nedenle, yaşadığımız çağda insan kötülüğünden söz etmek, ancak kapitalizm eleştirisiyle birlikte anlamlı olabilir. Biyolojik ve kültürel mirasa aykırı biçimde insanların bencilce yaşamasının ve rekabet anlayışına dayanan üretim ilişkilerinin, kötülükten başka bir sonuç vermesi beklenebilir mi?

Aynı nedenle, insandaki kötü niteliklerden söz etmek, ancak ve ancak, yöneticiye kulluk ve patrona kölelik telkin eden sisteme başkaldırmanın gerekliliğini açıklamak için anlamlı olabilir.

Dolayısıyla, insan kötülüğünü anlatan sözler bir gerçekliği dile getirmez; hayatın gelişimiyle ilgili neden sonuç ilişkisi kuramayanların ve koşullarına mahkûm olmuş insanların görüşünü yansıtır. Hatta bazen de tercihini. Çünkü öylelerinin her zaman mazerete ihtiyacı vardır. Kendi kötülüklerini, bencilliklerini, itaat tercihlerini aklamak için, insana dair umutsuzluk yaymaya yönelirler.

Ama iyi olmak insanlığın en büyük mecburiyetidir. Umut ise, hayatın gerçekliğidir.