Sevgili okur kısa bir süre önce ÖDP eş genel başkanlığı gibi mühim bir vazifeye gelmem sebebiyle aslında bu yazı başka bu mevzu üzerine ümit var bir yazı olacaktı. Ancak memleket ahvali hiç birimizde az da olsa, hatta ironik de gülümseyecek bir hal bırakmadı. Edip canseverin dizeleri kulağımızda yankılana yankılana yaşamaya devam.

Önce Urfa Cezaevinden o haber geldi. Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belli idi. siz biz cezaevinin etrafındaki seyyar satıcılar, Beyazıt meydanındaki güvercinler bile biliyordu. Ama bir tek bizim etkili ve yetkili isimlerimiz bilmiyordu. Şanlıurfa Barosu bu konuda çeşitli çalışmalar yapmıştı. Bunlardan birini 2011’in nisan ayında, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in kenti ziyareti sırasında, bir umut belki bir şeyler bu vesile ile düzeltilebilir diye kamuoyuna duyurmuştu. Çocuk koğuşlarında kalan şüphesiz pek çok büyükten daha aklı başında olan çocuklar bir günlük açlık grevi ile sorunlarını duyurmaya çalışmışlardı daha önce. BDP milletvekili İbrahim Binici Ocak ayında olabilecekler hakkında uyarmıştı. Ancak vicdansız kısa akıllar bu uyarıların içeriğine zerrece önem vermediler. Bu uyarıları dinlemediler. Şimdi “vay İbrahim Bilici isyan çıkacağını ne biliyordu?” gibi o meşhur provokasyon kartını oynuyorlar kendi köşeciklerinde. Hâlbuki uyarıları dinleyen bir kulak bu isyanın bugüne dek edilmemiş olmasında bir tuhaflık olduğunu kabul ederdi. Zira cezaevinin kapasitesi 300 kişi iken 1000’i geçen insan oraya doldurulmuş durumdaydı. Adalet bakanımız kendi rahat yatağına uzanır ve rüyalara dalarken, insanlar yerde yatabilmek, en temel ihtiyaçlarından biri olan uyku ihtiyacını karşılayabilmek için sıra beklemek durumundaydı. Bu tıklım tıkış koğuşlarda yalnız ve yalnız bir tuvalet var. Bildiğiniz su günde dört kere ve birer saat veriliyor. Tüm bunların üzerine 45 derece sıcağı ekleyin. Klimamı? O yok. Yalnız vantilatör var. Onu da sökerler mi ceza olsun diye bilmem. İnsafın buraya uğradığı yok zira. Ama bildiğimiz bu meselenin, sorumlularının gündemine gelmesinin bedeli 13 kişinin yanarak can vermesi oldu. Ancak böylelikle lütfetti devletli ağızlar bir çözüm telaffuz etmeye. Dediler ki “hah! biz de tam yeni cezaevleri inşa edecektik!” Bu neden bana Van depremini hatırlatıp duruyor? Şundan: orada da tam deprem konusunda önlem alacaklardı ki deprem oldu. Biliyorsunuz! Sonra alacakları önlemler bir Afet Yasası olup burnumuza dayandı. Her insanlık trajedisinde bile bir “kar” gören bu zihniyet “inşaat ya resulallah” diyor. Bu felaket vesilesi ile yakın zamanda hapishanelerin ıslahı diye bir kanun burnumuza dayanır “hapishaneleri özelleştirecez!” diye tuttururlarsa da şaşırmayalım. Benden söylemesi.
 
Diğer yanda savaş var. AKP bugüne dek askeri irade ile yürütülen savaşı kendi sivil iradesi ile sürdürmeye karar vermiş durumda. Aldığı pozisyon net ve diyor ki ya benim Kürtler için Kürtsüz çözümüme razı olursunuz ya da savaşırsınız. Gerek uluslar arası alanda attığı adımlarla, gerek KCK operasyonları ile, yürüttüğü politikalarla sorunun siyaseten çözümünün önünü kapatmış, Kürt hareketinin siyaset yapmasının önünü tümüyle tıkamaya hamle etmiş durumda. Bu durumda otuz yıldır olagelen tekrar oluyor. Varlığını ispat durumunda kalan hareket tek var oluş yolu olarak silaha sarılıyor. Otuz senedir karadan ve havadan yaptıkları ve belli ki bu güne dek sorunu çözememiş, binlerce askerin katıldığı operasyonlar tekrar ediliyor. En az 15 adet büyük operasyon yapıldı bugüne dek. Her birine dört binden otuz dört bine kadar asker katılmış. Netice? Vurulmuş genç bedenler dönüyor evlerine. Ankara’nın her iki yanında fukara evlerin pencereleri kararıyor. PKK’nın her türlü silahlı faaliyetlerine son vermesi için siyasi bir çözüm bulunması, hükümetin de operasyonları durdurması bu kadar mı zor? Bu vurulmuş genç bedenleri sırtımızda taşımak budan daha mı kolay?