Ölümün dehşetiyle yüzleşen insanlar, bununla başa çıkmanın çok farklı yollarını geliştirdiler. Kimi, bu anlam arayışını ölüm sonrasına yöneltmiş, kimiyse var olan tek hayatının anlamını belirlemeye çalıştı.

İnsan yumurtaları ve ölümsüzlük

Ölümsüzlüğün teoride birçok yolu var; çünkü ölümün sebepleri (hala detayları araştırılıyor olmakla birlikte), oldukça net: Toksinler, oksijensizlik, mekanik şiddet (travma), ısı, soğuk, radyasyon, mutasyonların ani etkili ve zararlı olan versiyonları ve örneğin telomer kısalması gibi bazı normal biyolojik süreçleri içeren bir dizi faktör, hücrelerin ve dolayısıyla da o hücreleri oluşturan organizmanın ölümüne sebep olmaktadır. Bunların bir kısmı (örneğin ısı, toksinler veya oksijensizlik), çoğu durumda önlenebilir olan, en azından görece kontrol edilebilir olan, dışsal faktörlerdir. Şimdilik önlenemeyen biyolojik süreçlerse, aktif bir araştırma sahasıdır.


Ölümün dehşetiyle yüzleşen insanlar, bununla başa çıkmanın çok farklı yollarını geliştirmişlerdir. Bunların başında, “anlam arayışı” gelmektedir. Kimi, bu anlam arayışını ölüm sonrasına yöneltmiş, kimiyse var olan tek hayatının anlamını belirlemeye çalışmıştır. Bu arayışın bir sonucu olarak bilim, din, sanat, felsefe gibi bir dizi uğraş doğmuştur ve asırlardır gelişmektedir.

İnsanların çoğuysa ölümsüzlüğü, farkında olsunlar veya olmasınlar, evrimde aramaktadır: Gezegenimiz üzerinde 4 milyar yıldır canlılığın var olabilmesinin yegâne yolu, o ilk hücreden itibaren her nesilde popülasyon içinde en az 1 yavru üretilebilmiş olmasıdır. 4 milyar yıllık süre zarfında (ve bugün), kendi yavrularını üretmeyen her bireyin, sadece soyadını taşıdığı ailenin değil, ilk canlıdan kendisine kadar gelen kesintisiz bir soy hattı sona ermektedir. Elbette, türün diğer bireyleri üreyip yeni nesiller üretebildiği müddetçe, o tür de varlığını koruyabilmektedir; ama bu da kimi zaman mümkün olmaz ve “soy tükenmesi” dediğimiz şey yaşanır. Örneğin bazı gergedan alttürlerinin yok olmasının ana nedeni, insanın yarattığı yıkımdır, evet; ancak bu yıkımın fiziksel olarak türün yok olmasına sebep olan şey, popülasyon bireylerinin aşırı fazla azalması sonucunda yeterli sayıda çiftleşmenin yaşanamaması ve dolayısıyla yeni bir neslin üretilememiş olmasıdır. Böylece son bireylerin de yok olmasıyla tür, yok olur.

40-50 yıl bozulmuyor

Bu girizgâhtan sonra, beni bu satırları yazmaya iten araştırmadan da bahsedebilirim: Geçtiğimiz günlerde Nature dergisinde bir makale yayınlandı. Makalenin konusu, kadınlardaki yumurta hücrelerinin nasıl olup da 40-50 yıl boyunca doğurganlıklarını koruyacak şekilde, bozulmadan ve ölmeden kalabildiğiydi.

Vücudumuzdaki birçok hücre, genelde son birkaç gün, ayda veya en fazla yılda üretilmiş hücrelerdir; çünkü birçok hücre çok fazla yaşayamadan ölür. Ancak kız çocukları, ömürleri boyunca taşıyacakları yumurta hücreleriyle doğarlar ve bu hücreler ömürleri boyunca değişmez. Dolayısıyla bir kız çocuğunun çocuklarına miras bırakacağı o %50’lik gen dilimi, daha doğduğu anda bellidir. Sadece hangi yumurta hücresinin dölleneceği henüz belli değildir ama hangisi döllenirse döllensin, o döllenen yumurta, doğum anında yavruyla birlikte üretilmektedir.

Fakat yumurta hücreleri, sıra dışı bir beceriye sahip gibidir. Çünkü normalde bir hücrenin “canlı” kalabilmesi, aynı zamanda onun ölümünün sebeplerinden birini doğurur: “Enerji üretimi”, elbette hayati bir fonksiyondur; ama ironik bir şekilde, bir hücre, hayatını sürdürmek amacıyla enerji üretirken, aynı zamanda kendi bünyesinin yavaş yavaş da aşınmasına neden olur. Örneğin hücre metabolizması sırasında doğal ve kimya yasaları gereği kaçınılmaz olarak üretilen reaktif oksijen türleri, zaman içinde hücrede birikerek DNA’ya zarar vermeye başlar ve nihayetinde ölümcül bir mutasyona sebep olarak vücuttaki trilyonlarca hücreden bir diğerinin ölümüne sebep olur. Bu durumda yumurta hücreleri hem canlı kalıp hem nasıl enerji üretebiliyorlar?
Bunu inceleyen araştırmacılar, olgunlaşmamış insan yumurta hücrelerinin, aslen bir hücrenin enerji üretmek için ihtiyaç duyduğu düşünülen temel bir metabolik reaksiyonu atladığını keşfettiler.

Diğer tüm ökaryotik hücreler gibi, oositler de (yani “yumurta hücreleri” de), 50 yılı bulabilen bu “uyku döneminde” ihtiyaç duydukları enerjiyi üretmek için mitokondri denen ve hücrelerimizin bataryası konumundaki organellerden faydalanırlar. İşte araştırmacılar bu mitokondrileri incelerken, insanda (ve Xenopus cinsi kurbağalarda) bulunan yumurta hücrelerinin, diğer hayvan hücrelerinde bulunmayan bazı metabolik yolaklar kullandığını keşfettiler.

Kompleks I

Normalde Kompleks I olarak bilinen bir protein/enzim grubu, mitokondride enerji üretmek için gereken reaksiyonları başlatan bir "bekçi" görevi görmektedir. Bu protein, maya mantarından mavi balinalara kadar canlı organizmaları oluşturan hücrelerin neredeyse tamamında bulunan, çok temel bir proteindir. Ancak araştırmacılar, oositlerde Kompleks I’in neredeyse hiç bulunmadığını keşfettiler. Kompleks I olmaksızın hayatta kaldığı bilinen diğer tek hücre türü, parazit bir bitki olan ökse otunun hücreleridir.

Bu keşif, tıp tarihinde gizemli kalan bazı noktaları da aydınlatıyor. Örneğin mitokondriyal solunumu etkileyen hastalıkların, kadınlarda doğurganlığı azaldığı da bilinmektedir; ancak Leber’in Kalıtsal Optik Nöropatisi adlı özel bir mitokondriyal solunum rahatsızlığı, bugüne kadar anlaşılamamış bir nedenle kadınlarda doğurganlık azalmasına sebep olmuyordu. Artık bu farkın nedeni oldukça anlaşılır: Leber’in Kalıtsal Optik Nöropatisi, diğer mitokondriyal hastalıkların aksine, spesifik olarak Kompleks I ile bağlantılı bir rahatsızlıktır. Yumurta hücreleri bu komplekse ihtiyaç duymadıkları için, bu tür bir nöropati de doğurganlığı azaltmamaktadır.

Kanserde korunabilir

Bu, sadece birkaç gizem perdesini birden aralayan bir araştırma olmakla kalmıyor, aynı zamanda kanser tedavisi gören hastaların yumurtalık rezervlerini korumaya yardımcı olan yeni stratejileri de mümkün kılma potansiyeline sahip. Örneğin kanserle mücadelede, vücudun o “baş kaldırmış” hücrelerinin mitokondrilerine saldırmak bir tedavi yöntemi olabilir; ancak bu yapılırsa, bir yan etki olarak doğurganlığın da zarar görmesi ihtimali yüksek. Ancak kanser tedavisi, spesifik olarak Kompleks I inhibitörlerini kullanacak şekilde düzenlenirse, doğurganlığı etkilemeksizin kanserli kadınları tedavi etmek konusunda bir umudumuz olabilir.

Son olarak, kadın hastalıklarının genel olarak az çalışılmış bir saha olduğu da unutulmamalı. Örneğin günümüzde her 4 kadın kısırlığından 1’i, “açıklanamayan sebeplerle” yaşanmaktadır ve bu, konu hakkındaki derin bir bilgi boşluğuna işaret etmektedir. Yeni keşifler, bu konudaki açıklardan bir diğerini kapatabilir. Bekleyip göreceğiz.