Kan Kırmızı Hayat adlı kitabıyla okuruyla buluşan Veysel Çolak, Karl Marx’ın ‘İnsanım, insana ait olan hiçbir şey bana yabancı değildir!’sözünü hatırlatıyor ve ekliyor: ‘Şiirin böyle bir gücü var. Zaten işlevi de bu noktada açığa çıkıyor’

İnsana ait olan hiçbir şey şaire yabancı değildir

Sedat Gülmez

Veysel Çolak, Toplumcu Gerçekçi şiir anlayışının egemen olduğu 1970’lerde yaptı çıkışını. İlk şiiri 1973 yılında Attilâ İlhan’ın yönettiğiDemokrat İzmir gazetesinde yayımlandı. “Terin Yaktığı Bir Yaradan” (1978), yayımlanan ilk kitabıdır. “Kan Kırmızı Hayat” (2018),Veysel Çolak’ın uzun soluklu şiir yolculuğunun on dokuzuncu şiir kitabıdır. Bunların dışında "Sen Balık mısın?" (1979) adlı çocuk şiirlerinden oluşan bir kitabı daha var. Ayrıca çok sayıda araştırma, inceleme, deneme, derleme kitaplarının olduğu biliniyor. Veysel Çolak’ın silahı sözcükleridir. Şair sözcükleriyle yeni bir dünyanın inşasını kurgular. Veysel Çolak, yaşadığımız toplumun sorunlarını göremeyenin o toplum için yazacak hiçbir şeyi olamaz anlayışını savunur. Veysel Çolak, bir şiir virtüözü gibi şiirde mükemmeliyetçiliği arayan, şiir üzerine durmadan kafa yoran ve şiir birikimini çevresiyle paylaşan aydın bir şairdir. Veysel Çolak’la yeni kitabı “Kan Kırmızı Hayat” (2018) üzerine söyleştik.

►Kitaba adını veren “Kan! Kırmızı! Hayat!” şiirinde, her güne yeni bir cinayetle uyandırılan toplumları betimliyorsunuz. Emperyalist savaşların, hukuksuzluğun, antidemokratik uygulamaların, eşitsizliğin, emek sömürüsünün kol gezdiği bir dünyada "direniş" ve"barış" kavramları sizin için neyi ifade ediyor?
-
Kestirmeden söyleyeyim: "Direnmek", onurlu bir eylem biçimidir, ama direnen taraf olmak hiç de hoş değil. Çünkü hep saldırıya uğrayanlar direnmek durumunda kalır. Tarihimize bakarsanız bunun acıtıcı örneklerini görürsünüz. Bence saldıran taraf olmak gerekiyor.

Eğer savaş olmasaydı barış da olmayacaktı. Barış, kavgayı başlatanın istediği koşullarda olacaksa, o noktada gerçek bir barıştan söz edilemez zaten; yapılan da barış olmaz. Savaşı başlatandan barış beklemek yerine ona karşı savaşmak, barış koşullarını eşit hale getirmek gerekiyor. Yani eşitlikçi bir barışın da savaşarak elde edilebileceğini düşünüyorum.

►Bazı şiirlerinizde 'umutsuzluk', bazılarında da 'umut' tema'sı öne çıkıyor. Ayrıca aşk üzerinden geliştirdiğiniz yaşamasevincinin de yoğun olduğu gözüküyor. Bu kavramlar üzerinde şiirlerinize bir açıklık getirmek için neler söylersiniz?
-
Yaptığınız saptama doğru. Yaşamsal önemi olan kavramlardan yola çıkarak şiir yazmayı önemsiyor ve gerekli görüyorum. 'Umut' onlardan biri; bireysel ve toplumsal bir içeriği var. 'Umut', güven duygusu verir, ayakta tutar insanı. Öyle deniliyor. Bunun olabilmesi için, umulanın gerçekleşmesini sağlayacak koşulların olgunlaşması gerekir. Eğer bu yoksa umut, aldatılmaktan, birileri tarafından oyalanmaktan başka bir şey değil. Umut etmenin insanı eylemsiz kıldığını da unutmamak gerekiyor. Yani, bu durumda umut evrimleşmeyi bile karşılamıyordur. Ben, daha çok bu içeriği öne çıkarmaya çalışıyorum. Bu gerçeğin algılanmasını şiddetle istiyorum. Umutsuzluk bireysel ve toplumsal bir açmaz olarak bana daha yakın, daha yaratıcı geliyor. Eğer birey ölmeye yatmamışsa umutsuz insan kökenci kararlar alabilir, kendini eylemli kılabilir. Ben eylemli insanın peşindeyim. Bunca yıkıma karşın akan su olmak gerekiyor. Benim şiirlerimde çokça aşka gönderme vardır. Bu aşk, daha çok dünyayı değiştirmeye ilişkin inançla ilgilidir. İnsani değerlere duyulan tutkudur.Yani cinsler arası bir aşk değildir sadece.

“Özlemek” şiirinde geçen “Hiç solmasın gömleğinin çiçeği” ile nasıl bir metafora göz kırptınız? Mutluluk, yapay bir içerik taşımaz? Neden kırdaki, bahçedeki çiçek değil de gömlekteki çiçek?
-
Şiirlerimde sözcükleri çekirdek (temel) anlamlarıyla kullanmıyorum. Her sözcük dizede yeni bir anlam ediniyor. “Hiç solmasın gömleğinin çiçeği” dizesindeki çiçek de bildiğimiz çiçeklerin hiçbiri değil. Bir dua bu dize. Şiirde anlatılan özneye bir şey olmasın isteği vurgulanıyor. O gömlekteki çiçek solarsa, o özne de ölmüş olur.

“Öfkeydi Sevgilim, Şimdi Yanımda” adlı şiirinizde, "Her şeyi anladım bu kargaşada / sessiz kalan insanı anlamadım / Kapkara gölgeler yerleşti yalnızlığıma." diyorsunuz. Şair, açmazlar içerisinde kıvranan bir toplumda, sindirilmiş, duyarsız ve tepkisiz yığınları görünce yalnızlığına mı sığınmalıdır; yoksa şiirin gülleleriyle karanlığı yerle bir mi etmelidir?
-
Kendiliğinden (spontané) bir halk olmak hiçbir işe yaramaz. Kendisi için ve bunun bilincinde bir halk, ancak değiştirici, dönüştürücü olabilir. O güzel çocuklar bu halk için öldü, görünen o ki bundan sonra ölecekler. Bu bile anlaşılmadı. Çok şey yapıldı bu halk için, çok uğraşıldı. Devrimci şairler onlar için yazdılar şiirlerini. Örnek aldığın dizelerde ciddi biçimde yapılan bir halk eleştirisi var. Yani şair yalnızlığı seçmiş değil; yalnızlığa itilmiş durumda. Ölümü göze almak dahil, ne yapılırsa yapılsın, uyanmamakta direnen bir halkımız var. Yakın geçmişte, özenle kaçılırdı halkı eleştirmekten. "Akrep gibisin, midye gibisin, koyun gibisin, serçe gibisin, balık gibisin... kardeşim" diyen Nâzım Hikmet'i anlamak gerekiyor. Popülist, uvriyerist şiirler yazmak işe yaramıyor. İnsanî derinliği, devrimci içeriği olan şiirlere gereksinme var. Ben o şiirlerin peşindeyim.

“İkilem: Gitmek, Dönmek” şiirinizde "Herkesin cebinde bir el bombası var / Kalmamış kimsede birlikte yaşama isteği." saptamasını yapıyorsunuz. Nefret toplumu oluşturularak toplumun ayrıştırılmasını şair duyarlılığınızla ifade etmişsiniz. Sizce şair toplumun gözlemcisi ve yönlendiricisi olmalı mıdır?
-
Resmî rakamlara göre, dünyada 80 kişinin mal varlığı, üç buçuk milyar insanın mal varlığına eşit. Bu ekonomik eşitsizlik, emperyalist işleyiş içerisinde kapitalistlerin dünya halklarını nasıl sömürdüklerini göstermektedir. Bu emperyalist-kapitalist işleyiş içerisinde kendini bulan birey bütün özgürlüklerini yitirmiş, köleleştirilmiş, her anlamda bağımlı hale getirilmiştir. Yaşama telaşı içerisinde olan birey emeğine, diğerine, yaşadığı topluma yabancılaşmıştır iyice. Bu yabancılaşma büyük bir ayrışmayı da içermektedir. İnsan insana, halklar halklara düşman hale getirilmiştir. Bireycilik, milliyetçilik, sınıf atlama, kendini kurtarma telaşı öne çıkmış; insanı insan yapan ahlakî değerlerden vazgeçilmiştir. Bu yabancılaşmayı, bireysel ve toplumsal aşınmayı şair, elbette imlemek durumundadır. Çünkü şair her şiiriyle yeni bir yaşam biçimi, yeni bir gelecek tasarlar ve insanlara önerir / önermek zorundadır.

►Söyledikleriniz bağlamında şiirler yazdığınız görülüyor. Bu kavrayışla "emekçi kadınları, şiddet gören kadınları, öldürülen kızları, oğulları kurşuna dizilen anneleri, emeği çalınanları, aç kalanları, kendine ve topluma yabancılaşanları..."; daha doğrusu toplumsal her bireyi şiirlerinizin öznesi olarak anlatıyorsunuz. Esinleyici öğeler; amacınızı, şiir anlayışınızı da belirliyor. Ne dersiniz?
-
Dünyayı, toplumları anlamak ve yorumlamak dönemi aşılmış bir süreçtir. Artık toplumu ve dünyayı değiştirme sürecindeyiz; her birey, bu sürecin doğal bir öznesidir. Şair de o öznelerden biridir ve hayatın bütününden sorumludur. Bu bilinçle konumlanınca, ister istemez, ekonomik, politik işleyişe ve insanların durumlarına bakar şair / bakmalı. Göreceği her bireysel ve toplumsal fotoğraf bir açmazı ortaya koyacak ve şairin itirazını başlatacaktır. Esinlenme deyince, ben bunu anlıyor ve bunun gereğini yapıyorum şiirlerde. Şiirin insandan, insanın geleceğinden yana olmasının bir gereği bu. Şiirin, insanlaşarak taraf tutmasıdır. Evet, taraf olan bir şiirden yanayım. Marksizmin ufkuna bireyi koymaktır bu da.

►Bu söylediklerinizle, bir anlamda, 1988'de dört arkadaşınızla birlikte yayımladığınız “Yenibütüncü Şiirin Manifestosu”nun içeriğini özetlediniz. "Yenibütüncü şiir, politikayla barışık olmayan insani politikleşmedir.” demiştiniz o manifestoda. "Kan Kırmızı Hayat" (2017) adlı kitabınızdaki şiirler, manifestonuzun içeriğini karşılıyor mu? Manifestonuza bağlı mısınız hâlâ?
-
Her manifesto bireysel, toplumsal ve sanatsal sorunları saptar; o sorunları gidermek için yola koyulur. Sorunlar ortadan kalktığında da manifesto kendini yok eder. Ne yazık ki bu olmadı. Bireysel ve toplumsal sorunlar devam ediyor. Emperyalist savaşlar daha yoğun. Emek sömürüsü öldürücü bir işlerlik gösteriyor. Emperyalizm insanlığın canına okumuş durumda. Birey, evrensel-toplumsal erdemlerini yitiriyor. Şiir sanatı hayatın dışına itilmiş durumda. Kültürel bir besin olarak şiirin hiçbir değeri kalmamış. Şairler, sadece oyalanıyor. Bu doğrultuda sayılabilecek daha birçok neden var. Yani, “Yenibütüncü Şiirin Manifestosu”nun imlediği sorunların hiçbiri giderilmiş değil. Keşke bu sorunlar giderilmiş olsa, manifesto da görevini tamamlamış olsaydı. Özlenen, istenen buydu, ama olmadı. Anlaşılacağı üzere manifestoma bağlıyım, manifestomun öngördüğü, önerdiği şiiri yazmaya devam ediyorum. Korkarım çok uzun sürecek bu.

►"Kan Kırmızı Hayat" (2017) iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde, içinde bulunduğumuz kaotik ortamı sorgulayan ve yeni bir yaşam biçimi kurmayı öneren şiirler var. İkinci bölümde yer alan şiirlerinizde ise "bu çağda ve şimdinin içerisinde" bazı şairleri "oportünist, mülkiyetçi, kariyerist, makyavelist, züppe, popülist, lotaryacı" gibi kavramlarla niteliyor ve geçersiz kılıyorsunuz. Kısa da olsa geçen sürede değişen bir şeyler var mı? Genelleyerek belirlediğiniz o şairlerin düştüğü açmaz hâlâ devam ediyor mu?
-
Şairin konumlanışına ilişkin çok yazı yazdım. Sorun genel olunca, genelleyerek yazdım o yazıları. Böyle olunca, yapılageldiği gibi, kimse üstüne alınmadı söylediklerimi. Bu da, içtenlikten yoksun, kendini sorgulamayan bir şair tipiyle karşı karşıya olduğumuzu gösterdi. Bunun üzerine topluma ve insana zarar nitelikleri işlerlikte tutan, sözüm ona şairleri imleyen, sözünü ettiğin o şiirleri yazdım. Eleştirel şiirlerdir her biri. Bu şiirleri okuyunca, belki birileri dönüp kendine bakar. Aynasının söylediği yalana inanmaktan vazgeçer. Özetle: çürüme hayatın her alanında devam ediyor.

►Şiirlerinizin altına "Dünya 2017, Yeryüzü 2016, Türkiye 2017..." yazarak yer ve zaman belirtmeye özen gösteriyorsunuz. Bunun şiirinize, şiire bir katkısı var mı?
-
Bireylerin ve toplumların yaşadığı, yaşamak zorunda bırakıldığı her olay, olgu ve durumun eşzamanlı ve artzamanlı bir işleyişi vardır. Ayrıca her oluşum tarihsel bir süreç içerisinde ve bir mekânda açığa çıkar. Böyle olduğu için her şiir (sanat yapıtı) tarihselliği içerisinde değerlendirilir / değerlendirilmelidir. Önemlidir bu. Bu bilimsel doğruya inandığım için şiirlerimin dibine yer ve zaman belirten, sözünü ettiğin notları düşüyorum. O şiirin yazıldığı tarih ve mekânda bireysel ve toplumsal algıların ne olduğu; ekonominin, politikanın nasıl bir işleyiş gösterdiği düşünülsün istiyorum. Daha doğrusu, şiirlerin içerdiği gizli tarihin anlaşılmasından yanayım. Bu, o şiirin ve şairin gelecekte sorgulanması için veriler de sunacaktır insanlara. Yani mekân ve zaman belirterek sorumluluk üsteliyorum. Daha baştan eleştiriye açık tutuyorum kendimi. Önemsiyorum bunu.

► "Umut ve umutsuzluk" şiirlerinizde iç içe. Yılgınlığa düşerken bile yeni bir yaşam biçimi öneriyorsunuz insanlara. İnsan tükendiğe yerde, o insanın tükenmezliğini başlatıyorsunuz. Şiirlerin içeriğini, tema'sını da böyle oluşturuyorsunuz. Böyle bir tutumunuz olduğu için şiire bir işlev de yüklemiş oluyorsunuz. Bu bağlamda neler söylersiniz?
-
Marks'ın benimsediği ahlâk ilkelerinden biri “İnsanım, insana ait olan hiçbir şey bana yabancı değildir!” sözünde karşılığını buluyor. Şair de bu genişlikte bakmalı insana. O insanı da olduğu gibi, bütün karakteristik özelliklerini eleştirel bir gözle yazmalı. Buradan bakarak, ben insanı olduğu gibi koyuyorum şiire. İdealize etmiyorum. Neyse, o. Ama şiirin bir yerinde, punduna getirerek, kendini yenileyen insanı, olanı değil olması gerekeni de öneriyorum. Şunu da unutmuyorum: Marx'ın saptamasıyla , “Filozoflar dünyayı yalnızca farklı biçimlerde yorumladılar. Oysa aslolan onu değiştirmektir.” Anlaşılacağı üzere dünyayı değiştirebilmek için insanı değiştirmek gerektirir. Bu amaç için şiir sanatının etkili olabileceğini düşünüyorum. Şiirin böyle bir gücü var. Zaten işlevi de bu noktada açığa çıkıyor.