Hayalinde kurduğundan asla kuşkuya düşmez yazar. “İnsanın hayal ettiği her şey canlanır” demesi bundandır Franz’ın… Üstelik bu yoktan var etmek değildir, yaşamın inceliğinden gelen sesi duymaktır

'İnsanın hayal ettiği her şey canlanır'

Yaş günü hediyesi olarak bir çocuk kitabı almak şaşırtıcı, sevindirici. Dostum ‘içimdeki çocuğa mı gönderme yapmıştı, yoksa kirlenen zihnime bir arınma olsun diye imdadıma mı yetişmek istemişti?’ bilmiyorum. Paketi açınca incecik, mahzun ve tertemiz bir kitap buldum. Sahafta rastlanması bile güç… Kapağında büyükçe harflerle “Sevdalı Bulut” yazıyordu. Altında Nazım Hikmet, İhmal Amca, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Orhan Kemal ve Yılmaz Aysan’ın adları. Edebiyatımızın güçlü, devrimci isimleri…

Kitap, 1979 baskısı. Önsözü dönemin belediye başkanı Ali Dinçer yazmış. Uzun yıllar kitaplardan uzak kaldığını anlatmış. Okula ancak dokuz yaşında gidebilmiş. Köylerinde okul olmadığı için. 1979 “Dünya Çocuk Yılı”. Bu vesileyle Ankara Belediye’si “Bir Milyon Çocuk Kitabı” dağıtmış. Çocuklar için ücretsiz kitaplar…

Önce bir kampanya başlıyor. Evlerden gazete atıkları alınıyor, ardından bunlar kağıt fabrikasına hammadde olarak veriliyor, beyaz sayfa elde ediliyor. Kitaplar Genel-İş sendikasının EM-AŞ ofset tesislerinde basılıyor. Kitaba Ziraat Bankası ve Sümerbank destek veriyor ve evlere, çocuklara edebiyatımızın en güçlü yazarları girmiş oluyor. Yoksul, zengin fark etmeden her eve… Bu ‘neden darbe olduğunu’ anlamamız için yeterli sanırım. Sözü edilen tüm ilişki biçimi, seçilen yazarlar, üretim modeli, katkı veren cumhuriyet kurumlarına bakınca her şey aydınlanıyor… Nerden nereye…

Dil bilincinin oluşması, okuma zevkinin yerleşmesi ve ardından yaratıcı, düşünen çocuklar yetişmesi için yürekli adımlar bunlar. Faşistlerin, yobazların katlanamayacağı bir hamle… Hep yüzleşme derdindeyiz ya, işte bununla karşılaşmamız gerekiyor önce. Daha ‘dün’ oluyor tüm bunlar ve biz kısa bir zamanda; bayağı, hurafelere inanan bir gençlik yaratmak için kolları sıvıyoruz milletçe. Darbe; bu güce, örgütlü topluma, çıkarsız alışverişe yapıldı.

KOKUSU GENİZİMİ YAKTI
12 Eylül’den sonra bir kitap fuarına gitmiştim. İlginç bir gündü. İçerisi kalabalık, sıcak… Sanki darbenin yarasını sarmak için insanlar kucaklaşıyor. Deneyimsiz bir okurun yönünü bulması pek kolay değil. Şaşkın dolaşıyorum. Rengarenk kitaplar arasından geçiyorum, yazarlara bakıyorum. Yüreğim ağzımda. Nedense hep yazarları ulaşılmaz saymışım. Canlı görünce, üstelik ulaşılabilir yakınlıkta olunca şaştım kaldım. Bir yanı pazaryeri gibidir fuarın, panayır gibi… Öyle olmasına karşın edebiyat baskındı. Büyük yazarlar damga vururdu her yıla…

İnce koridordan kayarken biri kolumdan tuttu. Mavi renkli Nobel serisi satmaya çalışıyordu. Belli ki kitaplar eski, muhtemelen kiloyla alınmış, üstlerine cilt yapılmış ve yaldızlı yazılar yazılmış. Satıcı senet imzalatmaya çalıştı, işi orada halletmek istedi. Kitapları eve göndeririz dedi. Koca seri. Hepsi sınanmış yazarlar. O günün aklıyla aldım. Eve geldi sahiden. Birkaçını okudum. Kokusu genzimi yakar hala o kitapların. Şolohov, Andre Gide, Sartre okumuştum ilkin. Sonra Knut Hamsun… Aklımda yer etmiş. Çocuk kitabı çok azdı o zamanlar.

Aynı fuarda anket yapan kimselere rastlanırdı. Bana da bir iki soru sordular. Ev adresimi aldıklarını anımsamıyordum doğrusu, ta ki kapım bir gün çalınana dek. Bir öğle sonrası, evde yaşlı anneannem ve ben oturuyoruz, okuldan yeni gelmişim. Gençten iki kişi! İnce bıyıklı, rahatsız edici kibarlıkta… Bana hediye kitaplar getirdiklerini söylediler ilkin. Okuduktan sonra, tekrar gelip, fikirlerimi almak istediklerini söylediler. Yaşlı kadın kovaladı adamları. Kitaplar elimde kalakaldım. Meğer cemaatin gençleriymiş onlar. Darbe solcuları işkence hanelerde ezer yok ederken, gericilerin/yobazların önünü açmıştı.

YAZARIN YURDU DİLİDİR
Söz yine Kafka’ya gelecekmiş meğer. O yıllar her genç gibi okuruydum Franz Kafka’nın. Tuhaf dünyası içine alır hemen okuru. Geçen yazıda söz ettim. “Kafka’nın Bebeği” romanından… Bir hafta kurcaladı kafamı. Bir gerçek olay, bir rivayet bazen başka bir dünya kapısını aralar. Almanca yazan, Yahudi bir Çek’ten söz ediyoruz. Hastalıklı bedeni, sanki ruhunun yansıması… Yazarlarla çocuklar arası garip ilişkiler kurulur.

Ömrünün son günlerinde, soğuktan korunmak için el yazması öykülerini gözünü kırpmadan sobaya atan bir adamdan söz ediyoruz. Kısa bir süre sonra ölecek. Faşizmin hemen öncesi ve eğer toplama kamplarına düşmediyse Franz, erken ölümünden… Çok sevdiği kardeşleri Nazi Almanya’sında her türlü zulmü görecek ve öldürülecekler sonrasında… Şimdi Çek Cumhuriyeti ve Almanya arasında “Bizim yazarımız” diye çekiştiriliyor Kafka. İyi bir sorudur: “Yazarın memleketi neresidir?”

Bir yazarın yurdu dilidir. O halde Kafka bir Alman yazarıdır. Bu da milliyetçiliğe ve oradan ulaşılan mutlak son ırkçılığa bir yanıt olsa gerek. Zweig, Yahudi olduğu için kaçmak zorundaydı Nazilerden. En çok okunan, sevilen Alman yazarıydı ve kitapları yasaklandı, yakıldı yurdunda. Bir anda dilsiz kaldı. Sürgün yerinde dayanamadı buna ve eşiyle zehir içerek yaşamına son verdi. Bir yazarın ölümü dilinin elinden alınmasıdır. O yüzden yurdum Türkçedir ve örselenmesine, saldırılmasına şiddetle tepki veririm. Başka dilde soluk almam olanaksız…

SAHİCİ BİR ARKADAŞ EDİNİYOR
“Kafka’nın Bebeği” romanına dönersek, beni etkileyen satırları çok oldu. Altını çizdim. Roman başarılı mı emin değilim, ikircikli ruh halim. Ancak yazarın yaşamına dair izler düşündürdü beni. Franz Kafka’nın yenilgiyi bir yaşam biçimi olarak seçmesi ve tüm olağandışılıklara karşın, kendince bir huzurun peşinden koşması hep ilgimi çeker. Tek kuruş telif alamadan yazmak ve yaşamaya direnmek…

Esas sarsıcı olan bir küçük kız çocuğu için duyduğu heyecan, verdiği emek. Parkta bebeğini kaybettiği için ağlayan, kederlenen, kimsesizler yurdunda kalan küçük kızla Kafka’nın karşılaşması gerçek. Kıza bebeğinden mektuplar getirerek onu yaşamda tutuyor Franz. Bunun için sabahlara dek çalışıyor, çok ağır verem olduğu halde. Bu çabayı salt küçük kız için gösterdiğini sanmıyorum. Sahici bir arkadaş ediniyor bence. Hakikat ve kurmaca arasındaki o tuhaf açmazı sorguladım, durdum…

Sevgilisi Dora olan bitenin ne denli farkında tartışılır. Franz’ın yaşamının son günlerinde Dora’ya sığınması rastlantı olmasa gerek. Düşünsel hezeyanlar, edebi kaygılar dışından bir kadın istemiş belli. Yoldaş aramış ve karşılıksız sımsıcak bir sevgi. Yaşamı hep kadınlar açısından hüsranla sonuçlanmış Franz’ın. Sırdaşı, kardeşi Ottla’ya bir mektubunda söylüyor bunu;

“Prag’daki eski hayatımdan kaçmayı başardım, canım kardeşim. Beni hasta eden bu şehirden kendimi kopardım. Dora Hanımla burada Berlin’de her şey yoluna girecek”

ANNE SESİYLE SÖYLENEN MASAL
Hepimizin masallara, oyunlara gereksinimi var. Franz’ın herkesten çok… Bebeğini kaybetmiş, ardından gözyaşı döken bir çocuğu, yeni bir oyuncakla avutmak mümkün değildir. Kurulan dünya, paylaşılan duygular gerçektir ve buna inanmak için bir mucize gerekmez. Kızın kederini derinden hisseden Kafka, eve gelip çözüm ararken Dora’ya söyler bunu;

“Sadece çocuklar değil, sevgilim, sadece onlar değil… Hem insan gerçeklere başka türlü nasıl katlanır ki? Ayrıca bu bir kaçış değil, kızcağız bugüne kadar kim bilir ne çok kez bebeğiyle konuşmuş, kaç kez onu gizlice canlandırmak istemiştir? Kim bilir kaç kez ona dertlerinden ve sıkıntılarından yakınmıştır ve bunu yaparken bebeğinin kendisini anladığından kim bilir nasıl da emin olmuştur.”

Bilişim gelişip, farklı türden kaynaklardan uyarılmaya başlayınca, yeni bir düzene uyandığımızı sanıyoruz. Oysa kız çocuğu ve bebek arasındaki o bağ hiç gevşemez. Hala uykuya dalmadan önce, o en sevdiği, sırdaşı olan bebeğini koynunda ister küçük kızlar. Mutlaka anne sesiyle söylenen masala ruhumuzun gereksinimi vardır. “İnsanın hayal ettiği her şey canlanır” demesi bundandır Franz’ın…

Yazarların başka türlü yaşama katlanması, tutunması olası değil. Hayalinde kurduğundan asla kuşkuya düşmez yazar. Üstelik bu yoktan var etmek değildir, yaşamın inceliğinden gelen sesi duymak, buna biçim vermek uğraşıdır ve ölüme doludizgin giderken iz bırakma telaşıdır…

Birine çocuk kitabı hediye etmenin ne denli zarif ve üstelik iyi düşünülmüş olduğunu kavradım bu süreçte. Çocuk kitabı diye bir kavramın varlığı bile şaşırtıcı. Güzel bir dize işitince tepki veren bebekler gördüm ben. Zeze’nin “Şeker Portakalı”nı kaç kez okudum. Bir milyon eve giren kitap devrimdir. Unutmamak gerekir ki kitaplar ikiye ayrılır: İyi ve kötü olanlar… Kötüsü zehir kusar… İyisi insan kılar bizi…

Şimdi dağıtılan ücretsiz kitaplarda hamaset var, nefret dili egemen… Estetik yoksunluk alabildiğine, etik değerler çok uzağa düşmüş durumda. Bilmezler mi; tüm çocuklar aynı dindendir, aynı milletten… Hadi bir adım daha ileri gideyim, insanlar ikiye ayrılır; masallara inananlar ve inanmayanlar.

İkinci gruptan uzak durun…

Ben; Nazım’dan “Sevdalı Bulut”u, Sabahattin Ali’den “Sırça Köşk”ü, Aziz Nesin’den “Öküz Başkan”ı, İhmal Amca’dan “Palyaço”yu, Orhan Kemal ‘den “Harika Çocuk”u okumaya gidiyorum… Hediye kitabım elimde, hayallere…