Bir zamanlar bu ülkede -başka ülkelerde de-, her evin başköşesinde bir ateş yanardı. Bu, günümüzün zengin evlerindeki şömineye benzeyen ama ondan çok farklı bir şeydi. Bu ateş, gece demez gündüz demeden yanar, sönmesi batından gelen bir uğursuzluk sayılırdı.

Lozıne derlerdi ona. Çay, çorba, ekmek, soğan ve gelmişse bir yerlerden kahve orda pişerdi. Yüzü, kıyafetleri, alın ve avuç içi çizgileri farklı küçük büyük insancıklar onun başında doyardı. Orda güler, ateşin ışığında düşüncelere dalar, kederlenirlerdi.

Bir kış gecesi, karlı dağlarda yolunu şaşırmış meçhul bir yolcu, ya da saklanmakta olan bir eşkıya, evin tahta kapısını dövdü mü, içeri buyur edildiğinde, ilk nefesini onun başında alırdı. Meraklı çocuklar etrafına toplanır, bu garip yolcunun yüzüne bakmak isterlerdi. Ateşin başında alevler, ışık, kül, adamın karlı bıyıkları birbirine karışır, sözler, çıtırtılar ve çocukların pıt pıt atan kalp sesleri ateşe karışırdı.

Adır derdik ona, içinde yandığı evin sakinlerini yalnızca aydınlatmaz, doyurmaz, ısıtmazdı, onunla yaşayan tüm canlıları şen, huzurlu ve mutlu kılardı. Bu eski İranlılardan kalma bir sözdü, hiç dinmeyen bir ateşten, Prometheus’un ışığı gibi.

Evlerin içinde insanlar -o zamanlar tabi- hayvanlarla yaşardı. Evin altı hayvanların yatakhanesiydi o zamanlar –evsiz hayvan ya da sokak hayvanı kavramlarına yabancıydı o zamanlar tüm dünya-. Keçiler, oğlaklar, inekler, kuzular, heybetli bir at, emektar yaşlı bir eşşek –sadece birbirlerinin nefesiyle değil- üstlerinde herdem yanan ocağın ateşiyle ısınırlardı. Evin dam aralarında ise –her evin vazgeçilemezi olan- beyaz yılanlar yaşardı, onlar da adıra aşıktılar, yukarıda dönerlerdi hiç çaktırmadan, yalımların ışığında.

Adır sönerse dünya tım-tari olur, kainat kararırdı. Evin altında yaşayan hayvancıklar üşür, huysuzlaşırdı, at çifte atar, eşek anırmaya başlardı, dam ile tahta tavan arasında mevsimlik uykusunda yılanlar bile huysuzlaşırlardı. Bir uğursuzluk alametiydi bu, felaketti korkunç, dünya dışı varlıklar yardıma çağrılırlardı.

Ve ateşi, ocağı, lozineyi yaratmış, hayvanı evcilleştirmiş, yılanın başını okşamış engin insan, canlı-cansız tüm doğayı egemenliği altına sokmuş olan o küçücük insan, başka insanlara dayanamadığında, ama bitimsiz hiddetini de dizginlediğinde, iki elini göğe kaldırıp, şu acımasız bedduayı ediverirdi: “Haq adırê sıma wedaro!”: Hakk senin ocağını söndürsün!

İnsan, sonra bir gün -bundan yaklaşık elli-yüz sene evvel olmalı-, adına şehir denilen bir yeri keşfetti. Tarlayı, evi, bahçeyi, ağacı, gökte kuşu, tavandaki yılanı, heybetli atı, emektar eşeği terk etti. Akınlar halinde bu yeni yere taşındılar. Köy, dağ, ırmak, dere, bulut, hatta güneş bile yalnız kaldı. O hiç sönmeyen ateşe su döktüler, onu küle bulayıp gittiler.

İnsan on bin senelik ömründe büyük yanlışlar yaptı, imparatorluklar kurdu, altından saraylar, ama köleliği de keşfetti. Ama bu son felaket, korona denen illet, ilk günahı takip eden en büyük yanlıştı. Belli ki -son da olmayacak- bu felaketin başlangıcı evlerden ateşi kovmaktı. Ana rahminden sonra en güzel yer, insan –ve hayvan için- ateşi yanan, ocağı tüten, lozinesi olan bir evdi. Hakk –ya da tabiat- en sonunda -üstelik yirmi birinci yüzyılda-, insanın belasını verdi.