Gezi, (futbol tabiriyle) iktidarın muhaliflerden yediği bir ‘kontratak’ olmuştu; kendiliğinden ve beklenmedikti. Kontrol alanının dışında belirip genişlediğinden normatif düşünen bütün kafaları karıştırmıştı. O dönem az buçuk var olan ana akım medyanın ekranlara penguenleri çıkarmasının nedeni biraz da buydu; ne yapacaklarını bilemez haldeydiler

‘İnsanın öfkesi midesindedir’

MURAT MÜFETTİŞOĞLU

Yaşamın ‘politik bir süreç’ olduğunu imleyen ‘bios politikos’ kavramının altını bir önceki yazımızda çizmeye çalıştık. Dolayısıyla, kurucu bir muhalefetin de ‘bios politikosun’ dışında pek mümkün olmadığını vurguladık. Niyetimiz yaşama dair bir ‘dışarılık-içerilik’ ikiliği yaratmak değil kuşkusuz. Neticede yaşamın tek bir zemini var; üretim, tüketim ve politika o zeminde gerçekleşiyor. Ancak, ortada bir iktidar varsa, aynı zeminde tasarlayıp canlı tuttuğu bir ‘baskı ve kontrol alanı’ da vardır. Sorun, muhalifler olarak bu alanla kurduğumuz ilişkinin derecesidir; mümkünse düşük seyretmelidir.

Siyasal iktidar ‘devamlılık’ sorununu söz konusu alana dâhil ettiği ‘sandık-seçim’ marifetiyle çözmektedir. ‘Kutuplaştırmakla bölmek’ arasındaki siyasi gerilimden beslendiklerinden muhalif hareketleri alana çekmek ve alanda tutmak istemektedirler. Zira alanın normatif yapısı her türlü karşıt oluşumu görünür kılmaktadır; muktedirler de muhalifleri kolayca kriminalize ederek taban tahkimatını gerçekleştirebilmektedir. Sıcak bir anekdot paylaşayım: Yirmi yıl önce tanıştığım, kentli, eczacı bir arkadaşım var(dı). Tanıştıktan beş altı yıl sonra tesettür kararı aldı ve gerçekleştirdi. Siyasetle yakından uzaktan ilişkisi olmadığından tercihinin kişisel olduğunu düşündük. Ayrı şehirlerde yaşadığımız için yıllarca görüşmedik. ‘Adalet Yürüyüşü’ esnasında sosyal medyada bir mesajına rastladım. ‘Türkiye’nin dünyanın en özgür ülkesi olduğunu, çünkü teröristlerin ellerinde adalet pankartıyla yürümelerine izin verdiğini’ yazıyordu... Görüldüğü üzere; samimi, kişisel eğilimleriniz üzerinden iktidar sizi yakalar, ‘odak-netlik’ ayarını kendi yaptığı bir gözlüğü size takıp başkalarını hasım gibi görmenizi sağlar. Ne eğitim seviyeniz sizi kurtarır, ne de sosyal statünüz. Artık biat ehlinin bir ferdi, “büyük gücün” bir parçasısınızdır.

Siyasal İslam’ın baş sembollerinden olan ‘türban’, kadim “mağduriyetinden” kurtulup iktidarını ilan etti. İstanbul›a Yeni Atanan Tesettürlü Hakim Ve Savcılar Bugünleri Bizlere Gösteren ALLAH›A Şükürler Olsun İstanbul›a Yeni Atanan Tesettürlü Hakim Ve Savcılar Bugünleri Bizlere Gösteren ALLAH›A Şükürler OlsunGeçtiğimiz aylarda İstanbul Adliyesi’ne atanan tesettürlü hâkim ve savcılar basına topluca poz vererek ‘bugünleri gösterdiği için’ Allah’a şükranlarını sundular. Oysa şükran duymaları gereken güç siyasal iktidardır. Dolayısıyla tesettüre bürünmüş bütün adalet mensupları da -özbenlikleriyle ve nesnel kişilikleriyle- komple siyasidirler. Bütün kültürlerden, ırklardan, kimliklerden ve ideolojilerden bağımsız olarak giydikleri ‘adalet cübbesi’ ve başlarını örttükleri ‘türban’, tüm zamanların en büyük çelişkilerinden birini yansıtmaktadır. Her şey bir yana, kişisel bekaları gereği uymak zorunda oldukları bir iktidar bürokrasisi vardır; tarafsız olmaları son derece güçtür. Velhasıl, siyasal iktidarın kurumsallaşmış din üzerinden kurduğu bir kamusal alanda evrensel hukuktan ve özgürlüklerden söz etmek abesle iştigaldir.

Aslında bütün hikaye özetle şöyle: Vakti zamanında ‘Tanrı’nın ve Kilise’nin’ yerini ‘imparatorluklar ve Kilise’ aldı. Çağlar geçti devran döndü, ‘imparatorlukların ve Kilise’nin yerini’ ‘devletler ve Kilise’ aldı. Bu tarihsel seyirde Kilise –her ne hikmetse- tasfiye edilmedi. Malumunuz memleketteki karşılığı -üç aşağı beş yukarı- Diyanet kurumudur; onun da iktidarın en faal en maddi organlarından biri olduğu ortadadır; pek yakında medeni kanuna da dahil edilecektir. (Taze bilgi: Diyanetin son 7 ayda harcadığı toplam para tam 4,2 milyar TL imiş).

‘İktidar-din-devlet vs’ mekanizmasına kökten karşı olan Bakunin ‘Beni iktidar yapın, ben de despot olurum’ diyerek ‘reel-politiğin’ gelecekteki çelişkilerinden birine işaret etmiştir. Çelişkiye takılıp atalete kapılma lüksümüz olmadığı gibi gereği de yoktur; elimizde somut, tarihsel veriler var çünkü. Halkevleri Genel Başkanı Oya Ersoy’un belirttiği gibi: ‘Sosyalistler nicel olarak zayıf görünebilirler ancak nitel olarak bu ülkenin siyasetinde sanılandan fazla bir etkiye sahiptirler.’*

Siyasal iktidarın tasarımladığı ‘baskı ve kontrol’ alanı aynı zamanda reel-politika oyununun cereyan ettiği zemindir. Oyunun kuralları ve oyun sahasının sınırları iktidar tarafından belirlendiğinden, muhalefetin nicel açıdan genişlemesi, sayısal üstünlüğü ele geçirmesi –neredeyse- imkânsız hale gelmiştir. Bu arada muhalefetten kastımızın, merkezi ve sağ eğilimler değil, dinamik, kurucu, gerçekten demokratik oluşumlar olduğunu belirtelim. TİP’in 1965’te 15 milletvekiliyle meclise girdiği konjonktüre bugün ‘ışık yılı’ uzaklıktayız. Hal böyleyken, iktidarın kontrol alanının dışındaki demokratik oluşumlar hiç olmadığı kadar önem arz etmektedir.

Gezi, (futbol tabiriyle) iktidarın muhaliflerden yediği bir ‘kontratak’ olmuştu; kendiliğinden ve beklenmedikti. Kontrol alanının dışında belirip genişlediğinden normatif düşünen bütün kafaları karıştırmıştı. O dönem az buçuk var olan ana akım medyanın ekranlara penguenleri çıkarmasının nedeni biraz da buydu; ne yapacaklarını bilemez haldeydiler. En meşhurlarının Türkiye ofisi olayları vermezken, Avrupa ofisine bağlı muhabir olayların göbeğinde polis tarafından tartaklanıyordu. Derken kitlenin enerjisi zamanla düştü; iktidarın (orantısız) müdahalesiyle birlikte hareket yavaş yavaş sönülmendi. Ancak toplumca deneyimlediğimiz bir gerçek vardı: Gezi, çoğunluğun umutlanmasına neden olurken iktidarı hayli endişelendirmişti. Adalet Yürüyüşü’nü kriminalize etme çabalarının kökeninde de aynı endişe vardı. Aradan dört yıl geçmesine rağmen Gezi’nin üzerinde durmamızın, iktidarın da ‘hala’ endişe duymasının bir nedeni varsa ‘bios politikosun’ kurucu zemininde aranmalıdır, reel-politiğin sığ sularında değil.

Siyasal iktidarın tek “başarısı”, ‘olağan’ zamanlardaki başarısızlıklarını birer başarı gibi göstererek tabanını manipüle edebilmesidir, lakin onun da opsiyonu dolmak üzeredir. Lider ve çevresine öbeklenmiş bir kısım gazeteci, Katar’dan gelen taşıma suyla değirmenin fazla dönmeyeceğini idrak etmişe benziyor. Partiye oy veren yoksullara gelince; ya düşük ücretlerden şikayet etmeye başladılar ya da artan işsizlikten. Bakmayın her sokaktan bir hafriyat kamyonu çıktığına, yegane lokomotifleri olan inşaat sektöründe nakit akışı çoktan durdu, çeklerse bir bir geri dönüyor. Sanayi sektöründe yaprak kıpırdamıyor, yatırımlar durdu. Kurban Bayramı tatilinin dokuz güne çıkarılması bir lütuf değil, zaruret; zira turizmciler sinek avlıyor. Yılda 650 turistik geminin geldiği Kuşadası uluslararası rotadan çıkartıldı. Her bir geminin binlerce yolcu taşıdığını düşünürsek kaybın boyutları daha iyi anlaşılacaktır vb. Bunlar gibi daha onlarca olumsuz trend var ve hafta bazında artış gösteriyor. Vaziyet böyleyken iktidarın sıradaki seçim için kolları sıvaması kendileri açısından gayet “mantıklı”. Zaten başından beri anlatmaya çalıştığımız da bu.

Memlekette –gerçekler tersini söylese de- asgari bir vatandaş aklının ve siyaset algısının olduğunu ümit ederek tekrar Bakunin’e kulak verelim: ‘İnsanın öfkesi midesindedir!’

* BirGün yazı dizisi: Adalet talebi yükselirken muhalefet ne yapacak-II