“İnsanlar mitoslarının kurbanlarıdır. Örneğin romandaki Adonis aile mezarıyla bir tür birlik ve kimlik sağlanacağına inanmıştı” diyen Millas’ın zengin yaşamından gelen bilgeliğinin hepimize iyi geleceğini düşünüyoruz.

İnsanlar mitoslarının kurbanlarıdır

DENİZ ZEKA - MELTEM SEZEN KILIÇ

Herkül Millas’ın 2020’de yayımlanan kitabı Aile Mezarı geçen aylarda Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazandı. Türkiyeli okurlarca daha çok çevirileri ve Türk-Yunan ilişkilerini merkeze alan akademik çalışmalarıyla tanınan usta yazar ile hem romanını hem de edebiyatın birleştirici gücünü konuştuk

Herkül Hoca’m, biz sizi ilk olarak Ritsos çevirilerinizden tanıdık, sonra Türk Yunan ilişkileri üzerine yaptığınız çalışmalardan. Tanımayanlar için soralım: Kimdir Herkül Millas?

Sorunun kısa cevabı bir homo sapiens üyesi! Her birimiz hem bir bakıma birbirimize benzeriz hem de her birimiz başka bir bakıma özelizdir, kimseye benzemeyiz. Ayrıntıya girersek, beni farklı kılan ilgi alanlarımdır. Şanslıydım, farklı kültürler içinde büyüdüğümden olaylara farklı açılardan bakmak benim için kolay oldu. Bu alanda çalışmak istedim. Hoştu bu çalışmalar. Ama benim gördüklerimi başkalarının pek görmemesini izlemek hoş değil! Bütüne tam olarak katılmamak hem hoştur hem de biraz yalnızlık yaşatır.

Çocukluğunuz bizim de yaşadığımız şehirde geçiyor. Nasıldı o zamanlar Ankara’da yaşam?
Ankara doğumluyum ama İstanbul’da büyüdüm. Doğduğum yıllardaki Ankara’yı (1940’lı yıllar) babamdan duyardım: bir Anadolu kasabası gibiymiş. 1990’lı yıllarda dört yıl kaldım Ankara’da. Beni şaşırtan akşam dokuz gibi olunca sokakların sessizliği ve tenhalığıydı.

Orhan Kemal roman ödülünü alan ‘Aile Mezarı’ romanınız üç kuşak bir ailenin etrafında dönen dramatik bir mezar öyküsü. Bir yerlerde toprağa sahip olmak oraya ait mi hissettiriyor insanı yoksa insanlar mezarlarının olduğu coğrafyada köklenmiş olduklarına mı inanıyorlar?
İnsanlar mitoslarının kurbanlarıdır. Genellikle bir gelecek kurgularlar. Örneğin romandaki Adonis bir aile mezarıyla bir tür birlik ve kimlik sağlanacağına inanmıştı. Ama bir mezarda bulunan oğlunu düşünen anne Polikseni için mezar, acı geçmişi ve bugünü temsil ediyor. Mezar bir prestij imgesi de olabilir. Ama genç Eva’ya göre mezar bir saçmalıktır: o bedeninin yakılmasından yanadır.

İnsanlar böylesine çeşitlilik gösterirler. Tuhaf olan, herkesin kendi değerlendirmesini tek ve en doğru görüş olduğuna inanmış olmasıdır. Komik olan ise kimilerinin mezara hangi sırayla girecekleri konusunda kavgalara girişmiş olmaları. Ama sonunda herkes bir biçimde ölünce “gerçeği” görür gibi oluyorlar… yazara göre. O da kendi mitosunu yazmış oluyor!

Eserde çok farklı bakış açıları var, romanı okurken her bir karakterin bakış açısıyla durup anlatılanları yeniden sorguladım. Okur için de önemli katarsis anları yaratıyorsunuz. Her bir karakterle yeniden düşünüyor insan. Sizin sesinizi daha çok aykırı karakterler olarak kurgudaki yerini alan Kimon ve Eva’da buldum sanki? Bu konuda neler söyleyebilirsiniz hocam?
Sanıyorum bir önceki soruyu yanıtlarken bu konulara da değinmiş oldum. Her karakterin söz ve ifade hakkını tanımaya ve onlara konuşma fırsatını vermeye çalıştım. Bu, onları anlamaya çalıştım anlamındadır. Ama kimilerini sevdim, acıdım, takdir ettim, kimilerini pek sevmediğim belli oluyor sanıyorum. Bunu gizlemedim. Okuyucuya karşı dürüst olmaya çalıştım.

Bazı eleştirmenler romanda kadınların öne çıktığını, en sağlıklı kimselerin kadınlar olduğunu söylediler. Bunu ben de sonradan fark ettim. Sanırım erkeklerin çoğu bir şeyleri ispat etmek derdindeler. Bu da onları biraz gerçekliğin dışına itiyor. Evet, Kimon duygularına uyup hayatını ona göre çizdiği için, Eva ise herkesin gittiği yoldan gitmemeye çalıştığı için bana daha yakın. Haklısınız, benim sesim Kimon, Eva ama Polikseni ve Ajda da var. Tabii, özellikle Ali’yi unutmayın!

Siyasetin dili ile edebiyatın dili aynı değil, Çehov “Bir problemin çözümlenmesi ile doğru bir şekilde sorabilmek tamamen iki farklı meseledir” diyor. Ve sadece ikincisi sanatçının yapabileceği bir şey olduğunu ekliyor. Kimlik politikalarının insanları böldüğünü hikâyelerin ise birleştirdiğini düşünüyorum. Siyaset kallavi genellemeler yapıyor oysa tek tek insan hikâyelerini dinleyince olaya bakış açısı da değişiyor insanın. Edebiyatın işlevi hakkında neler söylersiniz?
Siyaset, edebiyat, bilim gibi “dalların” arasında tabii ki farklar var ama ayırım çizgileri onları bütünüyle farklı kılmıyor. Alt tarafı hepsi insanın düşünce ve duygularının ürünüdürler. Doğru soruyu sormak, daha doğrusu yanlış sorular sormamak, yanlış sonuçlardan uzak kalmanın ilk adımıdır. Ama “doğru olan nedir” konusuna girmeyeceğim!

Edebiyatı çok sevdim ve roman yazmamın temel nedeni bazı şeylerin ancak edebiyat diliyle söylenebileceğine inandığımdandır. Ama bütün “dallar” - yani bilim, sanat, siyaset vb- alettirler, araçtırlar. Kimileri bu aletleri insanları birleştirmek için, ama kimileri de yarıştırmak ve birbirine karşı savaşmak için kullanır. Dünya çapında kin, ötekileştirme, ırkçılık, saldırganlık gibi eğilimler (milli) edebiyat aracılığıyla olduğu unutulmamalı.

Edebiyatın özelliği kavramlar, ilkeler veya felsefe, sosyolojik istatistikler gibi metotlardan farklı, bambaşka bir yol izlediğidir. Başka sanat dallarının da yaptığı gibi edebiyat hayatın görünümünü yaratıyor ve yaşatıyor. Yani okur “görüyor”. Canlanan yaşamı gözünün önüne -aslında beyninin içine- getirebiliyor. Bu özellik insanların empati yapmalarını sağlıyor. Empati ancak bir yaşayana karşı hissedilir.

Romanda anlattıklarımı bir sosyolojik ve sosyal psikoloji tezi olarak da anlatabilirdim. Belki daha da etraflı ve inandırıcı da olurdu. Ama sayılar, ilkeler ve kavramlar düşünce alanında ne denli önemli olsalar da empati -yani söz konusu insanla duygusal ilişkiyi- sağlamaz. Edebiyatın özelliği bence buradadır.

Bunun için bir kişinin ölümünü detaylarıyla anlatmak “bin kişi öldü” demekten daha etkili oluyor. Haklısınız, insan hikâyeleri insanları sarsar. Hiçbir anlatı “tamamıyla kurgu” değildir. İnsan masal uydururken bile iç dünyasına danışır, diyorsunuz bir söyleşinizde. ‘Aile Mezarı’ hikâyesi için de bunu söyleyebilir miyiz?
Söyleyebiliriz. Ben gördüklerime, sezdiklerime, hayal ettiklerime, sevdiklerime ve sevmediklerime göre yazmadım mı? Kalemimden çıkan her şey benimle ilişkilidir. Ben çevremin fotoğrafını çekmedim, çevremin resmini çizdim. Ben objektif -fotoğraf makinesinin objektifi gibi- değilim. Öznel bir gözlemciyim. Herkes gibi. Kendilerini “objektif” sananlar -bilim insanları bunu sık yaparlar- göreceli olan görüşlerinin farkında değillerdir.

Romandaki genç kuşak daha mı gerçekçi? Onlar için gerçek mutluluk çok daha önemli. İşte o yüzden de kuşaklar arasında da ciddi çatışmalar görüyoruz romanda. Kimon’un cesaretine hayran kaldım. Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Benim kuşak romantik, ütopik ve duygusaldı. Kastettiğim kuşak 1950-1970 yıllarını yaşamış olanlardır. Hayalleri vardı, çoğu övünülecek hayallerdi, ama bu yoldaki gerçekçi olmayan girişimler dertler ve hayal kırıklıkları yaşattı. (Tabii o yıllarda yüzyıllarca önceleri yaşayanlar da vardı; Orta Çağlardaydılar! O da başka bir acayiplikti.)

Genç kuşak sanırım daha pragmatist. Kimon, Polikseni’nin yapamadığını yaptı. Ne de olsa genç kuşak! Dünyamız, ağır ağır da olsa değişiyor. Bu roman da 1950’lerde ödül alamazdı. Ali romanda bir yazardır ve başı çevresiyle derttedir. Sanki Sait Faik! Sanki Orhan Kemal! Şimdi romancılar da daha rahat; tam olmasalar da yeni kuşak romancılar daha rahat.

Türk Yunan ilişkileri deyince akla ilk siz geliyorsunuz, nasıl bir benzerlik var bu iki ülke halkı arasında, neler bizi ayırıyor?
Benzerlikler ve farklar konusunda önemli bir not: Bütün kıyaslamalar benzemeyen ama aynı anda benzeyenler arasında olur. Şöyle: iki şey -insan, nesne vb- kıyaslanması için farklı olmalı. İki yumurtayı kıyaslıyorsak ya boyu, ya rengi, ya tarihi farklı olduğu için kıyaslayabiliyoruz. Tıpa tıp aynı iseler “ayniyet” doğar ve kıyaslanamazlar. Zaten ayıramayız ikisini, birini ötekinden.

Ama bütünüyle farklı olan “şeyler” de kıyaslanamaz. Bir yumurta ile bir astronot kıyaslanamaz, örneğin. Kıyaslama aynı kategoride olanlar arasında olabilir. Yumurta ile astronot “canlılar” kategorisine dâhil edilip test için uzaya gönderilirse o zaman “aynı” kategoride -“uzayda canlılar” kategorisinde- olacaklarından kıyaslanabilirler.

Türkler ve Yunanlılar kıyaslandığında hem benzer hem benzemez! Bu konuda yazdığım bir kitap için yayıncı arıyorum! Kısacası, farklar azdır ama, iki farklı millet ve iki ülke oluşturacak kadar da önemlidir bu farklar.

Hoşgörü sözcüğü için neler söyleyebilirsiniz? Bana göre söylendiğinde oluşturduğu anlam kadar masum değil sanki?
İnsanlar olarak kullandığımız kelimelere verdiğimiz anlamların kurbanlarıyız. “Hoşgörü” ile kimileri “tahammül etmeyi” anlıyor. “Sen başlı başına dert olan kusurlu birisin ama ben seni ‘tolere’ ediyorum, sana tahammül ediyorum”, diyebilir. Örneğin, Osmanlılar Hıristiyanlara hoşgörü ile davrandılar, derken hemen hemen “sineye çektiler” der gibi, “keşke Müslümanlığı seçseydiler” der gibidirler.
Ben bana hoşgörü ile yaklaşılmasını hiç istemedim. Zaten “hoş görülecek” önemli bir kusurumu da görmüyorum. Ama haklarımın tanınmasını hep istedim. Hakkını arayan hoşgörü istemez; yani bağış istemez, tahammül edilmesini istemez; hakkının tanınmasını ister. Hoşgörü üstün olanın asta karşı iyi niyetidir. Ben eşitlikten yanayım.

Türk romanında Rum evlerinin içi anlatılmaz diyorsunuz. Peki ne kadar yer alıyorlar romanlarda?
“Geçmişte bir arada (mutlu) yaşadık” söylemi Türkiye’de oldukça yaygın. Oysa bu yaşam “birlikte” değildi. Rum, Ermeni, Türk köyleri ayrıydı. Ortak olduğundan mahalleler etnik temelde ayrıydı. “Karşılıklı” kız alıp vermek -bu da başka bir sıradan bir söylemdir- hiç olmamıştır. Yalnız Müslümanlar Hıristiyan kız almışlardır. Etnik gruplar arasında ilişkiler de aile temelinde değil, iş alanında olmuştur. Kadınlar “karşılıklı” görüşüyordu ama aile ilişkileri sınırlıydı. Misafirlikler “karşılıklı” değildi.

Farklı etnisiteden olan kimseler pazarda ve çarşıda karşılaşırdı. Bu da Türk romanında açıkça görülür: Türk ve Rumların “ilişkileri” hemen her zaman evin dışında anlatılır. Bunu yazdım doktora tezim olan Türk Romanı ve Öteki adlı kitabımda.