41. İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde izlediğim filmler içinde birey-toplum ilişkisini irdeleyen filmler öne çıkıyor. Festivalin açılış filmi, acımasız sisteme karşı mücadele eden iki insanın zaferi üstüneydi.

İnsanlık halleri

7 Nisan akşamı İBŞB Cemal Reşit Rey Konser Salonunda yapılan açılış töreniyle başlayan 41. İstanbul Uluslararası Film Festivali 19 Nisan akşamına dek sürecek. Son yılların vazgeçilmezi Cem Davran’ın sunumuyla gerçekleşen törende bu yılın Onur Ödüllerini kazanan iki değerli oyuncu Gülsen Tuncer ve Meral Çetinkaya samimi ve sürprizli katkılarıyla töreni renklendirdiler. Buradan bir kez daha kutluyorum sevgili dostlarımı. Akşamın geri kalanı, Davran’ın dediği gibi geleneksel bölümlerdi sponsor plaketleri, festivalde izleyeceğimiz filmlerin tanıtımı ve yıl içinde yitirdiğimiz sinemacılara saygı…


12 günde 43 ülkeden 135 uzun, 22 kısa metrajlı filmin gösterileceği festivalde, ‘Ulusal Yarışma’, ‘Uluslararası Yarışma’, ‘Seyfi Teoman İlk Film Ödülü’nün yanına bu yıl bir yarışma daha eklenmişti. Gençlerden oluşan bir jürinin sonucu belirleyeceği ‘Genç Usta Ödülü’. Ulusal Yarışma’da bu yıl 12 film var. Yarışan yapımların yarısı ilk filmler. Bu yıl, 12 filmin 3’ü geçen yıl Türkiye’deki diğer festivallerde izlediğimiz yapımlar, 5’ini ise ortak yapımlar oluşturuyor. 3 filmin yönetmeni farklı ülkelerden: “Klondike” Maryna Er Garbach, “Yaban” Tareq Dabud, “Dört Duvar” Bahman Ghobadi imzasını taşıyor. Yarışmada Altın Lale’nin sahibini belirleyecek Ulusal Jüri’nin başkanlığını Onur Ünlü yapıyor. Yani, her türlü sürprize, beklentilere ters bir karara hazırlıklı olmalıyız. Şaka bir yana, Onur Ünlü çok sevdiğim, değer verdiğim bir sanatçı. Jüri kararlarını merakla bekleyeceğim.

Rabiye Kurnaz’ın inadı

Açılış töreni sonrası partiye gitmeyip de açılış filmini izleyenleri güzel bir sürpriz bekliyordu. Alman yönetmen Andreas Dresen’in bu yıl Berlin’de En İyi Senaryo, En İyi Oyuncu (Meltem Kaptan) ödüllerinin yanı sıra Sanat Sinemaları Birliği Ödülü’nü kazanan filmi “Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı”, bireyin kararlılık ve direnci ile üstesinden gelinemeyecek sorun yoktur mesajını veriyor. Filmin kahramanı Rabiye Kurnaz bir ev kadını. Kocası Volkswagen fabrikasında işçi. Çocuklarından biri, İslami derneklerin etkisinde kalmış inançlı bir genç. Bir gün eve polis gelerek, oğulları Murat’ın Pakistan’da Amerikan askerleri tarafından yakalandığını ve terör örgütü IŞİD’e üye olmakla suçlandığını haber veriyor. Uzun süre oğullarının izini bulamıyor aile. Ta ki, Rabiye Kurnaz’ın inadı tutup, bir avukatı ikna edene kadar.

İnsan hakları davalarıyla tanınan avukat Bernhard Docke, araştırmaları sonucu Murat’ın Amerikalılar tarafından Guantanamo’ya götürüldüğünü öğreniyor. Sonra, Alman ve Türk makamlarını bilgilendirerek bu olaya müdahil olmalarını istiyor. Ne var ki, hiçbir sonuç elde edemiyor. Rabiye Kurnaz pes etmiyor ve hiçbir karşılık beklemeden davayı üstlenen avukatının yardımıyla George W. Bush’un nezdinde Amerikan hükümetini dava ediyor. Amerika’da medyanın ve insan hakları savunucularının desteğini ve sevgisini kazanan Rabiye Kurnaz’ın zaferi kaçınılmazdır artık… Filmin sonundaki yazılardan, bugün hâlâ Guantanamo’da -hiçbir ülkeye ait olmadığı için hiçbir yasal mevzuata tabi olmayan bu bölgede- tutulan Müslümanlar olduğunu öğreniyoruz. Gösterime, yönetmen Andreas Dresen’in yanı sıra, gerçek Rabiye Kurnaz ve avukat Docke ile onları canlandıran oyuncuların da katılması açılışın en güzel sürprizi idi.

Kaybolan hayaller

İlk gün -basın gösterisinde- izlediğim filmlerden “Sönmüş Hayaller” de, insanlık hallerinin bir başka yönünü konu almıştı: Honoré de Balzac’ın romanından uyarlanan filmin yönetmeni Xavier Giannoli, 19. Yüzyıl Fransası’nda medyanın ve sanat dünyasının içinde olduğu acınası durumu gözler önüne sürerken gerçek bir başarıya imza atıyordu. Oyuncular kadar, görüntü yönetiminin, çevre tasarımının, müziğin, kurgunun kısacası sinemanın tüm ögelerinin büyük bir uyum ve ustalık içinde değerlendirildiği film, günümüzde pek çok ülkede yaşananların bir yansıması sanki. 2021 Venedik Festivali Seçkisinde yer alan film, 2022 César’larında (Fransa’nın Oscar’ları) En iyi film, uyarlama senaryo, set tasarımı, giysi, ödüllerini kazandı.

Taşralı (Angouleme kentinde yaşayan) genç bir şair adayının yükseliş ve çöküş öyküsünü anlatır Balzac. Başkente gelip, Paris’in edebiyat ortamında kendisine yer edinmek tutkusuyla yanıp tutuşan yakışıklı genç şair önce aristokrat bir kadınla yakınlaşır, onun himayesine (ve de koynuna) girmeyi başarır. Ardından, Paris’e kapağı atmayı başarır, ama hiçbir yayıncı onun şiirlerine yüz vermez. Ekonomik sıkıntıya düşen genç, tanıştığı bir gazeteci aracılığı ile basın dünyasına adımını atar ve o andan başlayarak tavizler, yalanlar birbirini izler. Paranın egemen olduğu medya dünyasında, dürüstlüğe yer yoktur.

Elbette sanata da…

Genç şair, para karşılığı kitap ve oyun eleştirileri yazmaya başlar. Büyük umutlarla başkente gelen genç artık sistemin bir oyuncağıdır. Kim daha çok para verirse ona çalışır. Parayı verenin isteği doğrultusunda bir kitabı ya da oyunu yüceltebilir de, yerlerde süründürebilir de… Bir oyuncu kıza tutulur, kazandıklarını onun başarısı adına harcar. Alkışçı tutmak hiç de ucuz bir mesele değildir o devirde. Ve, alkışçıları yöneten simsarın her an rakip oyuncudan -daha doğrusu hamisinden- okkalı bir para kopartıp, adamlarına alkış yerine yuh çektirmesi ihtimal dâhilindedir. Bu arada yayın dünyasının patronları ile de tanışırız. Meslekle hiçbir ilgisi olmayan, gazetelerinin yayın politikasını parayı bastıranın çıkarları doğrultusunda aniden değiştiriveren patronları… Rabiye Kurnaz’ın aksine, sistem karşısında yenilmeye mahkûmdur kahramanımız, çünkü sanat anlayışını ve etik değerlerini yükselmek uğruna ayaklar altına almıştır.

Kimlik arayışı

İnsanların teknoloji ve kitle kültürü aracılığıyla tek tipleştirildiği günümüz toplumunda bireylerin, özellikle de kendi ülkesi dışında yaşayan bireylerin, kültürel çatışmanın öznesi olmaları kaçınılmaz. Irak savaşı sırasında Viyana’ya göç etmiş bir Kürt sinemacı, Kurdwin Ayub’un Berlin’de ‘Karşılaşmalar’ bölümünde En İyi İlk Film Ödülünü kazan “Sonne”si, klişelerden kurtulamayan bir yapıttı bana kalırsa. Viyana’da yaşayan ve çarşaflarıyla çektikleri Tik-Tok videosu viral olan üç kız arkadaşın tutucu çevreleriyle ve birbirleriyle ilişkilerinde yaşadıkları çelişkileri anlatırken, hayatta tek hedefleri sosyal medyada çok sayıda ‘like’ almaktan öte bir hayalleri kalmamış günümüz gençliğini anlatmak için yola çıkmış.

Romen genç kuşağının yönetmenlerinden Radu Muntean’ın “Intregalde”si ise, yoksul köylülere yardım çuvalları götüren üç gencin bir gece içinde yaşadıklarını anlatıyor. Gerilim ve toplumsal eleştiri türlerini buluşturma kaygısı taşıyan film ‘yardımseverlik’, iyilik gibi kavramları sorgularken mizah ögesine de başvurmaktan geri durmuyor. Yeni bir şey söylemeyen, özellikle görüntü yönetimindeki başarısıyla ‘hard core’ sinefilleri tatmin eden bir film bu da. Üzerinde konuşacak daha çok film var; haftaya devam ederiz.