Bu düzen böyle gitmez diyecekler de olacaktı elbette. Sistem onları da düşünmüştü. Kimi zaman vatan haini, kimi zaman terörist kimi zaman ise dinsiz torbasına atılıp yok edileceklerdi zamanı geldiğinde

İnsanlık ortak paydası

CANAN KAFTANCIOĞLU - Dr., CHP PM Üyesi

“bütün derinlikler sığ
sözcüklerin hepsi iğreti
değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.
aynı gökyüzü aynı keder.” *

Dünü, bugünü, böyle giderse yarını anlatmış şair. Yukarıdaki dizelerin üstüne başka söze gerek yok. Herkes sussa, hırsları akıllarının önüne geçmişler sussa, öldürerek özgürlük mücadelesi verdiğini zannedenler sussa, politikacılar sussa, durumdan vazife çıkaranlar sussa, hepimiz sussak, şiirler konuşsa... Her geçen gün kaybetmeye daha bir yaklaştığımız insanlığımızı hatırlasak böylece…

Evet sözcüklerin hepsi iğreti ve değişen bir şey yok. Ölüm gerçekliği ve sözcüklerin iğretiliğinden kalkışla söz de bitiyor. Söz bitse de, yaşadığımız acı günlerde sığınacak limanımız yok şiirler ve sözcüklerden başka.

Etrafımızı çepeçevre saran ölümlerle yaşadığımızı hissedemez olduk. Gülüşlerimiz yarım, acılarımız asılı kaldı yüzümüzde. Hasret kaldık ağız dolusu gülmelere. Kimi zaman Veysel Atılgan’ın bakışlarında, kimi zaman Dilek Doğan’ın fotoğraflarda kalan son gülüşünde, kimi zaman annesinin dondurucuda bekletmek zorunda kaldığı Cemile bebeğin görüntüsünde, kimi zaman Roboski’de evlatlarının parçalanmış cesetlerini toparlamaya çalışan annelerin yüzünde, kimi zaman Aladağ’da İlknur Maden’in günlüğüne yazdıklarında, kimi zaman ise “babam neden o kutunun içinde?” diye soran Duru’nun haykırışında, iliklerimize kadar hissettik ölümün soğuk ve acımasız yüzünü.

Uzun uzadıya yaşadıklarımızın, laf kalabalıklarımızın, bulunduğumuz noktadaki savunmalarımızın arasında sıradanlaştırdık; hatta normalleştirdik ölümleri. Bir insanın, herhangi bir insanın, sıradan bir insanın, doğal yollardan ölümü herkes kadar hak etmiş bir insanın ölümü, istatistiksel veri olmanın bir adım ötesine geçemez oldu derinlemesine(!) analizlerle. Ama ve fakatlarla başlayan cümlelerle dünyanın en önemli tespitlerini(!) yaparken sözde, ölüm gerçekliğinden uzaklaştık iyice. Uzaklaştıkça daha fazla öldük, daha fazla öldürdük.

Öfkeyle, kinle, nefretle öylesine koparıldık ki birbirimizden, ölülerimiz bile ayrıştırıldı. Kimden, nereden olduğuna bakarak üzüldük ya da üzülüyormuş gibi yaptık. “Üzülüyormuş gibi yaptık” yerine “sevindik” yazmıştım ağrıma gitti kaldırdım. Ölüme nasıl sevinir insan? Ölümün, ölüm acısının dili, dini, kimliği, memleketi olmadığını söylemiyor muyduk hep birlikte? Annelerin gözyaşları her coğrafyada aynı değil miydi? Ve bu öldürmeler üzerine kurulmuş olan sisteme çomak sokmanın yolu, inadına yaşatmak, inadına yaşatarak var olmaya çalışmak olamaz mıydı?

insanlik-ortak-paydasi-223277-1.

Basit sorular sorup, basit cevaplar vermemiz gereken günlerdeyiz. Geçmiş yaşantılarımızda sıkça deneyimleyerek cevabını bulduğumuz/bildiğimiz sorular. Madem cevabını biliyoruz, bildiğimiz cevapları yaşam pratiğine neden aktaramıyoruz?

“Kanı kan ile yumazlar, su ile yurlar” der eski bir atasözü. Çekilmiş büyük acılardan süzülmüş bir sözdür. Vakurdur. Ölümü kutsamaz, acısının içinden lanet okuyup şiddeti çağırmaz.

“Zulüm ile abad olanın ahiri berbad olur” der bir başka atasözü. Berbad, ‘kötü’ anlamında. Farsçadan geçmiş dilimize; ‘bozuk’, ‘darmadağın’, ‘perişan’ ve ‘viran’ anlamlarına da gelmekte. Memleketin hali sözcüğün ilk hali zaten; durduğunuz yere, zulümden etkilenme, memleketle kendinizi özdeşleştirme durumunuza göre de sözcüğün içerdiği diğer anlamlar insanın üstüne çöküveriyor.

Gerçek tüm çıplaklığıyla karşımızda dururken, ölümden/öldürümden medet umacak kadar çaresiz, kötü yapan neydi bizleri? Zurnanın zırt dediği yer de burası aslında. Ana hatlarıyla; işine geldiği zaman ve işine geldiği şekilde etnik, mezhepsel siyasetten beslenen, bilimsel referanslar yerine dini referansların izinden giden, çıkarları söz konusu olduğunda şeytanla bile işbirliği yapabilen, farklı gördüğünü düşmanlaştırma üzerine kurulu, ilkel bir siyaset anlayışı değil miydi tüm kötülüklerin anası? Bu ilkel siyasete esir olduk yıllarca. Her esarette olduğu gibi beynimiz normalleştirdi, kanıksattı anormal olanı. Bir adım daha ileriye giderek Stockholm sendromuna yakalananlar oldu. Bu ilkel sistemin sürekliliği daha çok kan, daha çok vahşet, daha çok acı, daha çok ayrışmanın varlığına bağlıydı ve bizler ise sırası geldiğinde ölecek öldürülecek piyonlarıydık. Öyle dini kavramlarla kutsanacak, özendirilecek hiçbir yanı yoktu aslında ölümlerimizin.

insanlik-ortak-paydasi-223278-1.

Bu düzen böyle gitmez diyecekler de olacaktı elbette. Sistem onları da düşünmüştü. Kimi zaman vatan haini, kimi zaman terörist kimi zaman ise dinsiz torbasına atılıp yok edileceklerdi zamanı geldiğinde. Bu sistemlerde muhalefet etme hakkı da olmazdı. Tek tip insan, tek tip düşünce karakteristik özelliğiydi sistemin. Yumurta tavuk misali, insanlar öldükçe büyüyordu bu bozuk düzen ve düzen bozuldukça insanlar daha fazla ölüyordu bu sistemde.

Konjonktür, bekaa, stratejik, kriminal, varsayımsal gibi jan janlı kelimelerin arasında boğulduk. Havada uçuştukça kelimeler, dostluk, dayanışma, yoldaşlık, kardeşlik gibi sıradan ama en olmazsa olmaz, en hayati kavramlarımızı unuttuk.
Bunca yaşanmışlıklar, bu topraklar, kadim Anadolu geleneği bir arada yaşayarak, birbirimizi yaşatarak var olmanın yollarını göstermişken bizlere, bozuk düzenin, siyaset simsarlarının savaş tam tamlarına yenik düşmeye devam etmekteyiz hala.

Parçalayan, acıları çoğaltan, şiddeti ve ölümü kutsayan bir siyaset kimden ve nereden gelirse gelsin kesin bir dille reddedilmeliyken kötülüğün, zulmün, intikamcı söylemin ateşi harlanıp duruyor. El birliğiyle, yan yana, omuz omuza söndüremezsek harlanan ateşi yandığımızın resmidir.

Başa dönecek olursam; her geçen gün daha bir kaybettiğimiz insanlığımızı hatırlamanın yolu; kimilerine naif, kimilerine ise süreç, siyaset bilmez gelecek olsa da şu cümleleri yüksek sesle tekrarlamaktan geçecek.

Gelin bildiğimiz cevapları yaşam pratiğimizde uygulamanın yollarını arayalım hep birlikte. Sistemin dayattığı kötülük zincirinin birbirine eklenen halkalarını kıralım bir yerden. Bu topraklarda barışın, kardeşliğin tohumlarını yeşertelim. Alevi, Kürt, dindar ya da dinsiz olduğumuzu sürekli bozuk plak gibi hatırlatarak insan olduğumuzu unutturmaya çalışanlara inat, insanız sadece insanız diye haykıralım. Kendimize benzetmeyi dayatmadan herkes farklı, herkes eşit demeyi başarabilelim. Diğerinin acısı üzerinde tepinen değil, acısını gören bir yerden çoban ateşlerini, iyiliği çoğaltalım hep birlikte. Öfke ve kinle kuşatılmaya çalışılan insanlığımızı hatırlayalım yeniden. Başka yolu yok. Bu topraklar Habil’le Kabil’in öyküsünden daha fazlasını hak ediyor çünkü.

*Bir Eflatun Ölüm, Behçet Aysan