“Erkek olmak doğuştan gelen bir alın yazısı olsa da, adam olmak her erkeğe nasip olmuyor.” demiş küçük İskender… Artık ne yazacağımızı ne söyleyeceğimizi kime neyi şikayet edeceğimizi şaşırdık. Ne zaman taciz, istismar dense aklımıza çocuklar; şiddet, dayak dense kadınlar geliyor. Bu erkek egemen, maço, kaba saba, estetikten uzak, çağdışı, cinsiyetçi ve tutucu anlayış bireyle birlikte ülkenin yönetim kademesine de sıçradı uzun bir süredir. Yıllardır büyük bir sadakat ile bağlı olduğu “devlet baba”nın ve de icra organı iktidarın tüm kurumlarıyla; (diyanet, içişleri, adalet, yargı, emniyet vb.) bu cinsiyetçi yaklaşımı ve de bu yaklaşıma verdiği prim yüzünden Türk halkı neredeyse bu şiddeti normalleştirdi. Dünyada kadına şiddet uygulayan ülkelerin başında Türkiye var. Genelde de Türkiye var son bir yıldaki şiddet olaylarında da yine birinci sırada Türkiye var. Bundan daha büyük bir utanç olabilir mi?

ODTÜ Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yakın Ertürk “Türkiye kadınlarla açıkça savaşan bir ülke haline geldi” dedi. Sanmayın ki bu savaş sadece kıskanç psikopat erkeklerle kadınlar arasında geçiyor. Diyanet’in verdiği bir fetvanın, mahkemenin verdiği bir kararın, sorumsuz bir siyasi demecin, kadınların en ufak bir hak arayışında copla, biber gazıyla saldıran emniyet teşkilatının hiç mi suçu yok bu cinayetlerde? Haksızlık karşısında susanlar dilsiz şeytan ise bu cinayetlere dolaylı olarak yol açanlar ve de sonrasında tepkisiz kalanlar bilemiyorum nedir?

İşin tuhaf tarafı kadına yönelik şiddetin eğitimle, kariyerle, statüyle de bir ilgisi olmaması. Anadolu’nun ücra bir köyündeki çoban da, isminin önü unvandan geçilmeyen bir profesör de aynı suçu işliyor. O zaman burada iş devlete düşüyor.

Yasa koyucu ve düzenleyici kadınlara yönelik şiddeti en üst sınırdan cezalandıracak maddeler koymalı. En ufak bir sebepten iyi hal indirimi, tahrik indiriminden vazgeçmelidir. Genel aflar ise bu tür suçları kapsamamalıdır.

Hele ki şu anda İstanbul Sözleşmesi’ni sorgulamak ve de bu sözleşmeden çıkmayı gündeme almak katillere daha da cesaret vereceğinden bu karardan acilen vazgeçilmelidir. Sonuçta hiçbir insan hayatı muhafazakarların dilinde pelesenk olan aile yapısı ve sadece kadını suçlayan namus kavramından daha önemsiz değildir.

Bir de ne yazık ki ülke insanının şiddete eğilimi ve sorunları şiddetle çözme pratiği göz önüne alındığında İstanbul Sözleşmesi aslında bir İnsanlık Sözleşmesi’dir. Türkiye nasıl bu sözleşmenin ilk imzacısı olduysa ve de oy birliğiyle meclisten geçirdiyse bunun ateşli bir de savunucusu olmalıdır.