İnsanlık tarihi susmayı reddedince

“Paralel Anneler”, İspanya’nın geçmişiyle yüzleşen Almodóvar’ın yıllardır yaptığı en politik film. Kaliteli oyuncu kadrosundan çarpıcı prodüksiyon tasarımına kadar baştan aşağı Almodóvar’ın karakteristik dokunuşlarıyla dolu bir film. Filmin görüntü yönetmeni Almodóvar ile “Kötü Eğitim”, “Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar” ve hâlâ Mubi’de yayında olan “İnsan Sesi” kısa filminde çalışmış olan José Luis Alcaine. Sanat tasarımı, prodüksiyon tasarımı, kostümler, ile oyuncuların yüzleriyle çok yakından ilgilenen yönetmenin yakın yüz çekimlerinde tüm duygu katmanlarını kaydetmesi ve dar iç mekân çekimlerinde yakaladığı alan derinlikleri beni bir kez daha heyecanlandırdı. Almodóvar’ın filmleri genellikle bu kadar politik değildir. Bu sebeple auteur yönetmenin sadık takipçileri yönetmenlik dokunuşlarından etkilenecek olsalar da filmin hikâyelerinden bu sefer büyülenecekler mi o kadar emin değilim.

HARİKA EŞLEŞME

Son 25 yılın en iyi oyuncu ve yönetmen eşleşmelerinden biri olduğunu düşünüyorum Pedro Almodóvar ile Penelope Cruz’un. “Paralel Anneler” Pedro Almodóvar’ın yirmi ikinci filmi, Penelope Cruz ile birlikte yedinci filmi. Yönetmenin Cruz ile birlikteliği 1997’de “Çıplak Ten” (Live Flesh) filminde Cruz’un canlandırdığı karakterin, Franco’nun son yıllarında olağanüstü hal koşullarındaki 1970 Madrid’inde, gece bir belediye otobüsünde doğum yaptığı sahnesi ile başlamıştı. İzlemiş olanların aklından çıkmamıştır bu sahne tahminimce. Bu filmde Penelope Cruz bir kez daha doğum sahnesi ile karşımızda ama bu sefer baskıcı dönemle hesaplaşmanın yaşanmış olduğu özgür bir 2016 Madrid’inde. Bu yüzden bu film bana, 72 yaşındaki Almodóvar’ın İspanya’nın geçmiş tarihi ile son hesaplaşmasını izliyormuşum hissi verdi. Hepsini burada maalesef yazamayacağım filmdeki bazı noktalar ile özellikle filmin buruk bir zaferi çağrıştıran son sahnesi bu duygumu daha da güçlendirdi.

DUYGU YÜKLERİ

“Paralel Anneler” (Madres Paralelas), kazara hamile kalan ve aynı gün doğum yapan iki kadının, Janis (Penelope Cruz) ve Ana’nın (Milena Smit) kesişen ve Almodóvarvari duygusal bir gerilim ile birlikte ilerleyen oldukça yüklü hikâyesini anlatıyor. Ancak artık biliyoruz ki insana dair girift duygu yükleri ile dolu hikâyelerin yanında Almodóvar’ın filmleri en nihayetinde, baskıcı Franco dönemine karşı özgür ve demokratik İspanya’nın sembolleridir. Bu filmde de Janis’in, adli arkeolog Arturo ile ilişkisi üzerinden Franco’nun faşist ideolojilerine karşı alternatif bir meydan okuma söz konusu diyebiliriz. Şöyle ki, Franco’yu 36 yıl boyunca ülkeyi diktatörlükle yönetmeye götüren İspanya İç Savaşı sırasında, Janis’in büyük büyükbabasının köyündeki 10 kişinin öldürülüp gömülmüş olduğu toplu mezarın kazılma hikâyesi ile de karşı karşıyayız.

FRANCO’YA KARŞI ZAFER

Almodóvar, sinemasıyla zaferlerinden birini adeta Franco mağdurları için kazanmış. 1976’da Arjantin’deki askeri darbenin ardından İspanya’ya kaçmak zorunda kalmış, 1985’te doğduğu yere dönebilmiş ve 2015 yılında vefat etmiş olan, bana kalırsa tüm iyilerin vicdanı, Latin Amerika’nın ruhu olan Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’dan “Hiçbir tarih dilsiz değildir... insanlık tarihi susmayı reddediyor” alıntısı ile filmini bitirmeyi tercih eden Almodóvar’ın kendi tarihi ile nihai hesaplaşmasının da kapandığını düşünmekteyim. Diktatörlük kurbanlarına, mağdurlarına ve torunlarına haklar veren ve Franco Rejimini resmen kınayan 2007 “Tarihsel Hafıza Yasası” ile toplu mezarlara gömülen kurbanların teşhis edilerek mezarlardan çıkarıldığını ve de İspanya›daki son Franco heykelinin de geçen sene kaldırıldığını hatırlatmak isterim.

CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI ZAFER

1949 doğumlu Almodóvar, bütün totaliter rejimler gibi cinsiyetçi olan Franco İspanyasında doğmuş biri. Muhafazakâr geleneksel aile ideolojisinin dayatıldığı, kadınların kocalarından izin almadan neredeyse bir şey yapamadıkları, erkek egemen baskıcı normların içerisinde büyümüş biri. 1974’te ilk filmlerini işte böyle bir dönemde çekmeye başlamış bir yönetmen. Zaten böylesi bir sosyo-kültürel ortamı tümüyle deneyimlemiş olması onun kendi sinemasının özgünlüğünü katmerli bir şekilde eşsizleştirmekte. Filmografisine dikkatlice baktığımızda, Almodóvar’ın kadın ve LGBTİ+ bireylerin “öteki” olarak dayatılan pozisyonlarından onları kurtarıp, filmlerinde onları ön plana çıkarıp, kadına ve LGBTİ+ bireylere renk, kan, can, ses ve söz kattığını görürüz. Bu filmde böyle bir çaba yok ve bu bence oldukça politik. Paralel Kadınlar filmindeki kadınlar ve LGBTİ+ bireyler kendiliğinden ve zaten olması gereken pozisyonlarında konumlandırılmış. Bana kalırsa bu da Almodóvar sinemasının net bir zaferidir.