Türkiye kentleri çuvallıyor. Özellikle büyük kentlerin çok uzun süredir ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğunu, her dönemin kendine özgü sorunlar yarattığını biliyoruz.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük kentler devasa bir göç dalgasıyla karşı karşıya kaldı ve 30 yıllık bir sürenin sonunda göç kaynaklı biçimde nüfusları ikiye katlandı.

O dönemin temel ikilemi, yoksul göçmenlerin kente 'entegrasyonu' büyük kaynaklar gerektirirken, kamu kaynaklarının büyük ölçüde sanayileşme için kullanılmasıydı. Kentlere minimum kaynak aktaran bu stratejinin yarattığı boşluk, yaşam mekanında gecekondu, çalışma mekanında enformel sektör tarafından dolduruldu.

Diğer bir anlatımla, 1970’li yıllara gelindiğinde, büyük kentlerde nüfusun yarısının altyapısı yetersiz, standartları düşük gecekondularda barındığı ve bu nüfusun dikkate değer bölümünün de enformel işlerde çalıştığı bir durum söz konusuydu.

Ekonomik gelişme stratejisinin kentleşme paradigmasıyla kurduğu bu ilişkinin 1980’li yıllarda tepe taklak edilişine şahit olduk. Ekonomi üretimden uzaklaşırken, hızlı borçlanmayla da desteklenen biçimde kamu ve özel sektör kentsel yapılı çevreye yönelmeye başlamış; inşaat sektörü ve kentsel rantların ekonomi içindeki ağırlığı her gün biraz daha artmıştır. Diğer bir anlatımla, kentlere yönelik minimalist yatırım stratejisi yerine maksimalist bir stratejiye bırakmıştır.

Bu tür bir strateji, kentlerin yayılmasına yol açarken, bir yandan da mevcut yapılı çevrenin yeniden işlevlendirilmesi ve yoğunlaşmasıyla sonuçlanmıştır.

Bu çerçevede, gecekondu alanları, kamuya ait arazi ve taşınmazlar, kıyılar, ormanlar, su havzaları ve yeşil alanlar bu saldırgan yapılaşma furyasının hedefi haline gelmiştir. Artık kentleşmenin itici gücü kentlilerin ihtiyaçları değil, ekonominin mantığıdır. Ortaya çıkan bu yeni kentleşme rejimini vahim hale getirilen sadece mevcut yapılı çevrede yaratığı dönüşüm değildir; yaratılan yeni yapılı çevre bilimsel ve teknik sınırları zorlayan bir yoğunlaşma ve yüksekliği de dayatmıştır.

Geçtiğimiz dönemde, bu dönüşüme TMMOB odaları ve meslek örgütleri yanında belli üniversite çevreleri de karşı çıktılar. Ancak bu saldırgan kentleşme rejimine karşı ortaya konulan direnişin sınırlı ölçüde başarılı olabildiğini biliyoruz.

Bu direnişi etkisizleştiren üç temel dinamikten söz edilebilir. Birincisi, kentsel yapılı çevrenin ve bu çevrenin üretimden doğan rantların ekonomik büyüme strateji açısından hayati bir öneme sahip olmasıdır. İkinci neden kentsel rantların siyasetin finansmanın en önemli kalemi haline gelmesidir. Üçüncü olarak, toplumun geniş bir kesiminin ya bu rantlardan pay alma beklentisiyle, ya da yaşam kaygıları içinde kentlerde yaşanan bu yıkım ve talana karşı tavır almamasıdır.

Bununla birlikte, toplumun yaşanan dönüşüme tümüyle duyarsız kaldığını söylemek haksızlık olacaktır. Gezi olayları, AKP iktidarına duyulan genel bir tepkinin bir dışa vurumu olmakla birlikte, bu tepkinin dikkate değer bir kaynağının yukarıda özetlediğimiz ve AKP’nin öncülüğünü yaptığı kentsel politikalardan duyulan rahatsızlık olduğu tartışmasızdır.

AKP iktidarı Gezi protestolarını kendisine karşı girişilen komplonun içine yerleştirip, kentleşme rejiminden duyulan rahatsızlığa yönelik mesajı almadı. Almadı çünkü; AKP açısından kentsel rantlar ekonomiyi ve siyaseti finanse etmenin temel kaynaklarından biri olduğu ölçüde, vazgeçilebilir değil.

Ancak şu da artık bir gerçek ki yolun sonuna geliniyor. Daha açık bir anlatımla, uzunca bir süredir izlenen kentleşme stratejisinin sürdürülebilirliği kalmadı.

Birincisi, büyüme stratejisinin genel sorunları yanında kentlerle kurduğu ilişkide önemli tıkanmalar var. Artık üretilen yeni yapılı çevre için talep yaratılamıyor. Bu durumu görmek için AVM’lerin, iş merkezlerinin, konut sitelerinin doluluk oranlarına bakmak yeterli. Kamu yatırım ve ihalelerinin inşaat sektörü ve kentsel yapılı çevrenin üretime sağladığı desteğin de, kamu kaynaklarındaki daralma nedeniyle sürdürülmesi mümkün görünmüyor.

Toplumun dikkate değer bir bölümü için, yukarıda da vurguladığımız gibi, bu insansız kentleşme rejimine destek vermenin ya da en azından sessiz kalmanın önemli bir nedeni yaratılan kaynaklardan pay alması ya da böyle bir beklenti içinde olmasıydı. Sözünü ettiğimiz tıkanma bu tür bir beklentiyi de boşa çıkarmaya başladı. Bu durumu görmek için, Fikirtepe gibi dönüşüm alanlarında hak sahiplerinin yaşadığı sıkıntılara bakmak yeterli. Bu manzaraya bir de bütün kenti teslim alan sel felaketinin yol açtığı 'sefalet' manzaralarını ekleyin!

Tekrar başa dönerek çözümlememizi tamamlayalım. Eskiden ekonomi fabrika ve işyeri demekti. Ekonomik kriz fabrika ve işyeri çalışamaz hale geldiğinde toplumsallaşır, tepkiye neden olurdu. Bugün geldiğimiz aşamada, kentin kendisi rant yaratan koca bir fabrika olarak çalışıyor. Görünen o ki şimdi bu büyük fabrika bir bütün olarak tekliyor. Diğer bir anlatımla, artık işveren ya da devletin karşısında işini kaybetmiş işçilerden söz etmiyoruz. Karşımızda kentini kaybeden yurttaş var.

Mesele, siyaset bu büyük krizi okuyabilecek mi? Bu soru ve yanıtı önemli, çünkü işçinin mücadelesinin önünde sendikalar yürürken, kentini kaybeden vatandaşın önünde kimin yürüyeceği hala belirsiz!