Hemen her gün, bir vatandaşın, “sosyal medyadan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret ettiği” gerekçesiyle aldığı cezaya dair haberler okuyoruz. Son örnek; sosyal medya hesabından yaptığı bazı paylaşımlar nedeniyle bir süre tutuklu kalıp ardından tahliye edilen Sinan N.’ye 14 ay hapis cezası verilmesi. Sinan N.’nin “paylaşımları”nda hakaret, küfür var mıydı yoksa yaygın olarak karşılaştığımız eleştirel paylaşımların cezalandırılması pratiğinin […]

Hemen her gün, bir vatandaşın, “sosyal medyadan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret ettiği” gerekçesiyle aldığı cezaya dair haberler okuyoruz. Son örnek; sosyal medya hesabından yaptığı bazı paylaşımlar nedeniyle bir süre tutuklu kalıp ardından tahliye edilen Sinan N.’ye 14 ay hapis cezası verilmesi.

Sinan N.’nin “paylaşımları”nda hakaret, küfür var mıydı yoksa yaygın olarak karşılaştığımız eleştirel paylaşımların cezalandırılması pratiğinin bir örneği miydi, bilmiyorum.

Kuşkusuz; küfür ve hakaret, hiçbir şekilde, hiçbir mecradan ve hiç kimseye karşı kabul edilemez!

Ancak, sosyal medyada hedef alınan güç sahibi birisi sıradan vatandaş kadar korumasız değil; onların susup kenara çekilmesi de söz konusu olmuyor. Her durumda olduğu gibi, sosyal medyada sürdürülen hakaret, küfür ve linç kampanyaları karşısında bir koruma kalkanına en fazla gereksinim duyanlar sıradan güçsüz vatandaşlar.

İnternet ve ardından sosyal medya, hayatımıza ilk girdiği günlerde; ifade özgürlüğünün, çoğulculuğun, dolayısıyla da demokrasinin garantisi olarak görülmüştü.

Son birkaç yıldır ise, dünya gazetecileri, sosyal medya mecraları üzerinden gazetecileri hedef alan saldırıları ifade özgürlüğünü engelleyen ve oto-sansüre, suskunluğa yol açan büyük bir tehlike olarak görmeye başladılar. Şimdilerde, hemen her ülkede buna karşı mücadele yöntemleri geliştirmeye çalışıyorlar!

Özellikle kadın gazetecilerin; internetin karanlık köşelerinde gizlenenlerin, o karanlıkta saklanmanın verdiği “cesaretle” yönelttikleri cinsellik yüklü, tecavüz ve fiziki şiddet içeren saldırıları nedeniyle yaşadıkları cehennem, internetin bir de karanlık yüzü olduğunu ve sosyal medyanın demokrasiye tehdide dönüştüğünü göstermeye başladı.

Demokrasinin temelinde çoğulculuk ve düşüncelerin özgürce ifade edilebilmesi var. Sosyal medya platformlarından, kadın ve erkek, bazı gazetecilere dönük yaylım ateşi tam da bu çoğulculuğu katlediyor! Kimilerinin bu alanı terke etmesine, terk etmiyorlarsa da söylemlerinin ürkekleşmesine ve oto-sansüre neden oluyor. Saldırganların amaçladığı da bu!

Meselelerin derinlemesine tartışılamadığı, gri alanların asla görülmeyip her şeyin siyah ya da beyaz olarak takdim edildiği sosyal medya mecraları, yapıları gereği popülizme ve sağ popülizme hizmet eden araçlara dönüşüyor.

Jamie Bartlett’in, son kitabı Halka karşı Teknoloji: Internet Demokrasiyi Nasıl Katlediyor’un girişinde; “Gelecek birkaç yıl içinde, ya teknoloji demokrasiyi ve bildiğimiz anlamdaki toplumsal düzeni mahvedecek, ya da siyaset dijital dünya üzerinde otoritesini hakim kılacak” derken işaret ettiği tehlike bu. Siyasetin dijital dünyaya hakim olmasından kastedilenlerden biri de; demokratik yönetimlerin gazetecileri hedef alan sosyal medya saldırılarına karşı önlemler alması.

Bir yandan bu çağrılar yapılırken, gazetecilik örgütleri de, sosyal medya ortamlarında linç edilmeye çalışılan meslektaşları ile etkin dayanışmayı bir etik sorumluluk olarak ilan ediyorlar.

Birkaç gündür, “Milli tank-palet fabrikasını Katarlı ortağı olan bir şirkete ihalesiz devrettiysek nasıl ‘savunma sanayimizi millileştiriyoruz’ denilebilir” dediği için organize bir linç kampanyasını hedefi olan Deniz Zeyrek’in dünkü yazısının son cümlesi “Suskunluğum ise korktuğumdan değil, dedeme verdiğim sözden.”, şeklindeydi.

Hangi gerekçeyle olursa olsun, hiçbir gazetecinin “suskunluk” ve “korku” sözcükleri içeren cümleler yazmaması için, Türkiye gazetecilerinin ve meslek örgütlerinin de, sosyal medyada hedef alınan meslektaşlarıyla dayanışmayı öncelikli gündem maddesi yapmaları gerekiyor!