Bireylerin intiharı sık sık karşılaştığımız bir durum. Bazen mutsuz çiftlerin intiharını, ara sıra tarikatların toplu intiharlarını da okuyoruz gazetelerden. Peki ama devletler ve hatta toplumlar intihar eder mi? Eder diyor, günümüz kuramcılarından Virilio ve Deleuze!
Devlet kendisi de dahil her şeyi yerinden eden bir yer-yurtsuzlaştırmaya yönelip, bütün ilişkileri kuralsızlaştıran ve savaşı kendi başına bir amaç haline getiren bir makineye dönüştüğünde artık karşınızda duran bir intihar devletidir.

Devletin bir savaş makinesine dönüşümü toplumu organik bir bütünlük olarak gören totaliterlikten de, toplumu şiddete boğan mikro-faşizmden de farklı bir dağılma, parçalanma ve yok oluşu gündeme getirir. İntihar devleti bir yandan her şeyi çözüp, kuralsızlaştırırken, çoğu durumda ulusal sınırlar olarak üzerinden kendi dışıyla da kalın bir çizgi çekmeye başlar. Bu yalıtma dışarı yöneldiği ölçüde içerde yürüttüğü savaş makinasının mantığını dışarı doğru da yöneltir. İkinci Dünya Savaşı ortamında Hitler Almanya’sı ve Mussolini İtalya’sının başına gelen tam da budur.

AKP iktidarı benzer bir yönelimle şimdilerde bir “intihar devleti” yaratıyor.. İktidar, dinci-muhafazakârlık şiarına yaslanarak kapsama alanına giren bütün yapı ve ilişkileri bağlayan vidaları söktüğü ölçüde, devlet ve toplumu bir yandan bedensiz organlara dönüştürürken, bir yandan da organsız bir beden yaratıyor. Bağlarından kopan organlar yüzer gezer hale gelirken, bu organlarla bağlantısı kesilen beden dış sınırları kalınlaşarak içi boşaltılmış çürüyen bir cesete dönüşüyor.
İntihar devletinin işleyişi sadece kendi sonunu hazırlayan bir savaş makinesine işaret etmiyor. Şiddeti gelişigüzelleştirdiği ölçüde devlet meşruiyetini yitirirken, şiddeti topluma da yayan bir uygarlık kaybına zemin hazırlıyor. Bu süreç toplum içinde, her biri bir savaş makinasına dönüşme eğilimi taşıyan küçük Hitler ve Mussoliniler yarattığı ölçüde, mikro faşizmi toplumun en uç hücrelerine kadar taşırken, bu hücrelerin yıkıcı bir çoğalmasından doğan kanserli bir bedeni de yaratıyor. İntihar devleti giderek intihar toplumuna dönüşüyor.
Savaş ve ölümün devletten topluma yayılışına ilişkin iyi bir örnek Erdoğan’ın “esnaf gerektiğinde polistir, askerdir, alperendir, mahallenin bekçisidir” sözleri. Hal böyle olunca, ne polisle birlikte karanlık bir sokakta Ali İsmail’in yaşamına kast eden fırıncı polis işbirliği şaşırtıyor, ne de sokaklarda peydah olan palalı milisler.

Bir bakıyorsunuz savaş makinasının operatör koltuğunda çizdiği sınırların dışından bir erkekle mesajlaştığı gerekçesiyle karısını öldüren ataerkil koca, bir bakıyorsunuz bütün uyarı sinyallerine karşın, yüzlerce işçiyi tahliye etmeyip, ölümlerine sebep veren işgüzar bir yönetici ya da mutlak sadakatlerine rağmen çalışanlarını biçen medya patronu oturuyor.

Geceli gündüzlü her yerde ölüm üreten bu irili ufaklı savaş makinalarını kaygı içinde izlerken farkına varıyorsunuz ki; karşınızda artık sadece bir intihar devleti değil, intihar toplumu da var. Kanser bütün hızıyla devletten başlayarak tüm bedene doğru yayılırken, beynin ve sinir sisteminin geniş ölçüde tahrip edildiği bir durumda, kontrolden çıkmış kalp tüm organlara ve en ücra hücrelere kadar pompalamaya devam ettiği kanla kanseri yaymaya devam ediyor.

Eğer büyük bir hızla tüm bedeni saran bu kanser yenilecekse, bunun için tek bir yol var; vücudun yayılan bu kanserin bozamadığı tüm hücre ve dokuların bütün gücüyle bağışıklık sistemini güçlendirmeye yönelik büyük bir mücadele vermesi gerekiyor. Bu mücadelenin öncülüğünü milliyetçilik üzerinden örmeye çalışanlar hedeflerine devleti koydukları ölçüde, yanlış reçete olmanın ötesine geçemeyecekler. Bu kanserli bedeni görmezden gelip, bu vücudun içinde ya da dışında kendi sağlıklı bedenlerini yaratmayı hedefleyen Kürt siyasal mücadelesinin de bu stratejisiyle fazla yol alamayacağı açık. Kanserli bedene yönelik kısmi ve düşük dozajlı ilaçlarla mücadele eden CHP reçetesinin de bu haliyle kanseri yenmesi mümkün görünmüyor.
Nasıl bir tedavi/reçete sorusunu yanıtlamak için bir kez daha Haziran güzellemesi yapmaya gerek var mı?