Ortadoğu’dan sonra Türkiye’yi de saran, Batı ülkelerini de ihmal etmeyen ürkütücü bir terör dalgası karışışındayız. Canlı bomba ya da intihar saldırılarıyla sürdürülen bu terör dalgasının kolay geçeceğini söylemek de zor!

O nedenle, terörü lanetleyip, alışmayacağız-korkmayacağız diyerek teröre meydan okumaya devam edelim ama bu konuda hem bu ülkeye hem de dünyaya ait düşünmek zorunda olduğumuz gerçekleri unutmayalım.

Örneğin, kendini ölüme adamaya hazır insanlar oldukça, “bomba yelekleri” gibi çok düşük maliyetlerle dünyanın dört bir yanında sivil insan ve hedeflere yönelerek büyük korku ve kaos yaratmanın mümkün olduğunu...

Örneğin, güvenlik önlemleri ve kriminal takiplerin arttırılmasının intihar saldırılarıyla baş etmek konusunda yetersiz kalacağını...

Örneğin, Batı kültürü içinde hiç rastlanmıyor diyemesek de, esas olarak intihar saldırılarının İslam coğrafyasında, İslam kültüründe varlık kazandığını...

Örneğin, çağın vebası olarak nitelendirilebilecek terör konusunda, aynen sivri sinek-bataklık ilişkisi misali, sivrisineklerle mi, bataklıklarla mı mücadele edileceğini...

Düşünmek zorundayız!

İntihar saldırılarının uzun bir geçmişi var; genellikle Haşhaşilere dayandırılmakta. O dönemin Şii-Sünni ayırımı içinde Selçuklular gibi bir güce askeri olarak kafa tutmanın imkansızlığı karşısında Şiilerin İsmailliye kolundan gelen Hasan Sabbah’ın ses getirecek terör eylemleri silah olarak kullanmaya yöneldiği, İslam’da dava ve iman yolunda ölmekle kazanılacak şehadet mertebesinin de bu ölümüne saldırıları mümkün ve hatta cazip kıldığı söylenmekte.*

Günümüze gelene kadar Japonya’da Kamikaze uçuşları, Sri Lanka’da Tamil Kaplanları’nın intihar saldırıları gibi farklı bölgelerde farklı uygulamalarla karşılaşılsa da, intihar saldırılarının yoğunlaştığı alanın Ortadoğu olduğu da açık.

Bugünkü tablo içinde, intihar saldırına kaynaklık eden davanın Şii mezhebi yanında Hizbullah, El Kaide, IŞİD örneklerinde olduğu gibi Sünni (Selefi) mezhebi benimseyen örgütlere geçmesi, dini inançlar yanında etnik mücadele ve davaları kapsaması ve bir İslam-Batı (kafir) çatışmasına doğru yol alması gibi değişiklikler içerdiği söylenebilir. Ancak, yukarıda El Kaide’nin dayanakları ve eylemleri açısından Haşhaşilerle büyük benzerlik gösterdiğini ( aynı benzerlik IŞİD için de geçerli) konu alan yazıda belirtildiği gibi, bugünle geçmiş arasında büyük benzerlikler de var.

Örneğin bugün de terörün kaynağında, çeşitlenmiş olsa da, köktenci inançların varlığı ve taraflar arasında güç dengesizliği göze çarparken, canlı bombaların kazanılmasında da İslami cihat ve şehadetin en büyük etken olduğu görülmekte.
Bu belanın, polisiye önlemlerle bitirilmesi pek mümkün görünmüyor. Daha kalıcı önlemler ise, daha köktenci çözümleri gerektirmekte.

Örneğin şu veya bu guruptan gelecek haşin “davaların” bitirilmese de azaltılması için, her şeyden önce, küresel düzeyde ciddi bir düzen değişikliğine gitmek gerekmiyor mu? (Aynı şeyi Türkiye’ye yönelik saldırılar için de söylemek mümkün ama burada konuya daha genel baktığımdan oraya girmeyeceğim.)

Batı’nın bugün dünya üzerinde bir egemenlik kurduğu, kapitalizmin acımasızlıkları içinde temel politikalarının bu egemenliği sürdürmek yönünde olduğu bir gerçek. Egemenlik ve kapitalizm ikilisinin sosyoekonomik anlamda eşitsizlik ve adaletsizlikler kadar demokrasi ile hak ve özgürlükler açasından Batı ve “ötekiler” gibi büyük bir yarılmaya yol açtığı da ortada. Ortaya çıkan güç dengesizliği ve umutsuzluğun, özellikle gençler arasında köktenci arayışların temel nedeni olduğu da söylenebilir.
Örneğin, yapılan araştırmaların birçoğu, canlı bomba olmayı kabul edenlerin cahil, yoksul, fanatik kişiler olmaktan çok, okumuş, belirli bir gelir ve işe sahip kişiler olduğunu ortaya koyarken, köktenci arayışlarda toplu bir çaresizlik ve güçsüzlük duygusuyla gelen kızgınlığa işaret etmekteler.

Dolayısıyla canlı bombalar açısından sınırda kişilik, intihara eğilim, narsisizm gibi kişilik özelliklerine işaret edilmeden önce, bu gençlerin sürüklendiği güçsüzlük, hayal kırıklığı ve umutsuzluğa dikkat etmekte yarar var.

Kısacası, artan nihilizm gibi, artan fanatikliğin gerisinde de bugünkü dünya var demek yanlış olmaz!

Öte yandan İslami cihat ve şehadet anlayışını da konuşmak gerekmekte. Diyanet İşleri başkanı Görmez, “cihat kavramını sulandırmak İslam’a ve Kuran’a yapılan en büyük haksızlık” dese, “din kisvesine bürünmüş cinayet şebekelerinin İslam’ı istismar ettiğini” söylese de, İslami inanç açsısından cihat ve şehadet kavramlarının sorgulanmasına ihtiyaç olduğu ortada.
Öyle ortada ki, bu kavramlar inanç olarak varlıklarını korudukça, bırakınız “kâfir” kabul edilen Batı dünyasını, farklı mezhepler ile laikliği kabul eden ülkeler açısından da tehlike büyük!

Bunları konuşmak zor, biliyorum. Dünya düzeninden söz edip eleştirirseniz, reel politikadan anlamaz bir “hayalci” olup duymazlıktan gelinirsiniz; İslam’ın kendini sorgulamasından söz ettiğinizde ise “kâfir” olmasa da cahil addedilirsiniz!
Oysa, tüm dünya ve insanlık için kalıcı kurtuluşlar, konuştuklarımızda değil, konuşamadıklarımızda saklı.

* Emre Kurt, “Haşhaşiler ve El Kaide Arasındaki Benzerlikler”, www.academia, edu.