16 nisan referandumu geride kaldı ama sonuçları ile ilgili tartışmalar günlerdir devam ediyor; daha uzun süre devam edeceği de belli. Bunları tekrar etmek istemiyorum ama getirilmek istenilen değişikliklerin anlamı gibi referandum sonuçlarının da anlamı, en azından bu toplumun yarısı için çok önemli.

Örneğin oy sayımında yapılan ciddi ihlal!... Özellikle bu ihlalin seçim güvenliğini sağlamak üzere oluşturulmuş bulunan Yüksek Seçim Kurulu (YSK) tarafından yapılmış olması var ki, bu ülkede hukuk-meşruiyet arayanlar açısından geçiştirilecek gibi değil.
Bu ülkede, nicedir “ikili” bir hukuk anlayışı geçerli. Hukuk dendiğinde, bir taraf çağdaş gelişmelerle biçimlenmiş, anayasa yoluyla bu ülkeye de aktarılmış bulunan hukuktan-ilkelerden söz ediyor; öteki taraf ise işine geldiği gibi yorumlayıp değiştirdiği “keyfi bir hukuk” anlayışına sahip.

Anayasa ortadayken, anayasa-dışı bir rejim -”fiili başkanlık” -ilan edildi bu ülkede. Yargı bağımsızlığının ne hallere düştüğünü gördük. OHAL uygulamalarından referandumla ilgili Meclis’teki tartışmalara kadar çok yerde yasa tanımazlığın ya da keyfi hukuk anlayışının izleri karşımıza çıktı.

Özetle, bugüne kadar yaşanılanlar, AKP ve Erdoğan’ın hukuk-meşruiyet değil, “sınırsız yetki” aradığını/istediğini yeterince ortaya koymuş durumda.

Referandumla ilgili kuşku ve itirazlarını dile getirenlere karşı Cumhurbaşkanı’nın, Başbakanın söyledikleri de bunun doğrulanmasından başka bir şey değil!

“Atı alan Üsküdar’ı geçti” örneğin!”

Bir Cumhurbaşkanına yakışmıyor ama yalnızca bu sözler bile, Cumhurbaşkanı için siyasal demokrasi ve hukukla ilgili kaygıların pek önemli olmadığını, farklı düşünenlere ise meydan okunmaktan çekinilmediğini yeterince ortaya koymakta.
Öte yandan bu ifadede, siyasal platformda önemsenmesi gereken toplumsal uzlaşmadan eser yokken, kazanma-kar odaklı piyasa yaklaşımını görmemek mümkün değil. Sanki bir ihale açılmış; ihalenin eşit koşullarda yapılıp yapılmadığı hiç dert değil; yeter ki, sonuç alınsın! Toplumun yarısının elde edilmek istenilen yetkilere hayır demesinin de önemi yok; beğenmeyenler eşeklerini Niğde’ye sürsünler!

Kısacası meşruiyet filan dert değildi; istenilen yetkiydi. Yetki fiilen ele geçtikten sonra, referandumla sağlaması alındı!
YSK’nun sandık mührü bulunmayan oyları geçerli saymasını İnsan Hakları Sözleşmesi’ne dayandırması gibi “ironik” gerekçesi de, bu “ikili” hukuk anlayışının, hukuki güvence kurumu olması beklenen bir kurum tarafından üstünün örtülmesi telaşından öte değil!

Tüm bunlara karşı, akıl, sağduyu ve hukuk-içinde kalan yol ve araçların pek işe yaramadığını görmemek ise ya “acz” ya da “körleşme” ile açıklanabilir!

Bu açıdan, CHP’nin referandum sonuçlarının meşru-yasal zeminlerde yeniden değerlendirilmesi yolundaki arayışının işe yarayacağını düşünmek zor! Gerçi, YSK’ya yaptığı itirazın reddinden sonra konuyu Avrupa İnsan hakları Mahkemesi’ne kadar götürmesi beklenir ama uluslararası ilişkilerin gerçeği nedeniyle bundan da önemli bir sonuç alınması kuşkulu.

Örneğin Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın(AGİT), referandumla eleştirileri karşısında söylenenleri düşünün. Avrupa Birliği Bakanı, “getirilen açıklamaları mesnetsiz” bulurken, Cumhurbaşkanı “Sizin hazırlayacağınız siyasi içerikli raporları ne görürüz, ne duyarız, ne biliriz. Biz yolumuza devam ederiz. Onu siz külahımıza anlatın” diyebilmekte!

Yine bir meydan okuma!

Aslında, yolun sonunun buraya geleceğini görmek gerekirdi. Örneğin anayasa değişiklikleri Meclis’te görüşülürken de, iktidar partisinin hukuk-yasa tanımazlık davranışları ortadaydı. Açık oy kullanılmasına karşı ileri sürülen itiraz karşısında bir bakanın “hadi lan, suç işliyorsam sana mı sorucam” diye yanıt verişini unutmadık!

Bu nedenle, 13ocak 2017 tarihli “mezarlıktan geçerken ıslık çalmak” başlıklı yazımda, CHP’nin sanki bu ülkede hukuk-yasa- meşruiyet hüküm sürüyor”muş” gibi yapmaktan öte bir şeyler yapmasını yazmış, özetle şöyle demiştim:

“Bir bakanının bile “suç işliyorum, sana ne “ diyecek kadar şirazeden çıktığı durumlarda yanlışı söylemenin, yanlışa itiraz etmenin bir faydası olması beklenebilir mi?

Tüm bunlara karşı, akıl, sağduyu ve hukuk-içinde kalan yol ve araçların pek işe yaramadığını görmemek ise ya “acz” ya da “körleşme” ile açıklanabilir!”

Özetle, CHP için konuşmak dışında-Meclis’ten çekilme veya daha başka ve etkin yollar gibi- bir şeyler yapması gerekiyordu; yapmadı. Oysa, o gün öyle davrananların, referandumu da keyiflerince uygulayacakları belli değil miydi?

Sonuç olarak, bugün yapılan hukuksuzlukları konuşmak yerine CHP’yi konu etmek bazılarına ters gelse de, bu girdaptan kurtulmak için eleştirilerle içimizi dökmek değil, dikkati kendimize yöneltmeye ve yapılması gerekenleri konuşmaya ihtiyaç var.
O nedenle, ilk olarak, o günkü acz-atalet-körleşme- her ne ise hal ise- hala devam ederse, Meclis gibi CHP’nin de kalmayacağını söylemek gerekiyor.

İkinci olarak da, bu ülkede toplumun en az yarısının umuda ve siyasal-toplumsal bir güce dönüşmeye ihtiyacı olduğu ortadayken, bunun için artık muhalefetin yenilenmeye, en başta da toplum ile siyaseti bütünleştirme üzerine düşünmesine ihtiyaç var. Yani, alınan sonuçlar nedeniyle yerinmeyi de övünmeyi de bir yana koyarak, toplumsal-siyasal muhalefeti “sür eşeğini Niğde’ye “denmeyecek bir konuma getirmek üzerine düşünmek!...

NOT: Bu konuda dünyadaki bazı örnekler de var. Örneğin bu yılki Film Festivali’nde İspanya’da Podemos’un (yapabiliriz) doğuş ve güçlenme sürecini anlatan “Siyaseti Kullanma Kılavuzu” adlı bir film izledim. Toplumla buluşmanın önemi kadar, yeni bir şeyler söylemenin cazibesi, heyecan, inanç ve liderliğin belirleyiciliği konusunda epeyce ilginç yanları var. İlgilenenlere duyurulur.