Bugün bizler de gitgide kuralsızlaşan, ortak değer yargılarını yitirmiş, ilişkilerin yapaylaştığı bir toplumsal ortamda yaşıyoruz

İranlı bir öğrenciye ağıt

Meriç Kırmızı - Dr. Öğretim Üyesi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi

Geçen haftalarda mahallemde iki üzücü olay yaşandı. İlki toplu bir kavgaydı, ikincisi ise bir kendini öldürme. Kavgayı önce oturduğum yerden duydum; dışarıdan gelen korkunç bağırış çağırışlar… Endişelendim. Işıklarımı söndürüp, pencereden bakınca önce karşı apartmanın giriş katında da birilerinin karanlık evlerinden dışarı baktığını ve ne olduğunu anlamaya çalıştığını gördüm. Sonra çaprazımızdaki bir apartmanın bahçesinde bir hareketlilik, birkaç adamın apartman kapısına koşturması, bir adamın “vurmayın” diye bağırışı, bir kadının haykırışı… Herhalde bir adamı linç ediyorlar diye korkup, polisi aradım. Birkaç kez denememe karşın, telefon düşmedi. 112’yi aradım, polisi arayın dediler.

Apartman yöneticimizi aradım. Marangoz, rantiye, borsacı yöneticimiz bir sosyolog tavrıyla az çok şöyle söyledi: “Bu zamanda normal; böyle olaylar bundan sonra artabilir. İnsanların öfkesi burnunda... En iyisi, erkek bile olsan, sokaktaki hiçbir olaya karışmayacaksın. Size bir şey olmaz, merak etmeyin. Güvenlik kameralarımız var.” Güvenlik kameralarını apartmanın her yerine rant ve mahalle baskısı amacıyla taktırdığını düşünmüştüm, ama varlıklılara özgü bir yağma korkusu da varmış işin içinde demek ki. Sonra bir gün mahallenin fırınında konuyu açıp, olayın nedenini bilip bilmediklerini sorunca, rastlantıyla kavganın çıktığı apartmanda oturan bir bey, “Alkol…” diye tanıyı koydu; tutucu fırıncı da bu açıklamadan hoşnut kaldı ki kafasıyla onayladı. İkinci olaya, kendini doğalgaz borusuna asarak öldüren, diş doktorluğu okuyan, İranlı genci tanımasam da, gerçekten içim acıdı. Ölen çocuğun yabancı öğrenci olması ve hemen yanımızdaki bir apartmanda yaşaması, yan dairemdeki öğrencinin yurttaşı ve arkadaşı olması olayın bendeki etkisini ağırlaştırdı. Kendini öldürme nedenini bilemiyoruz. Apartman yöneticimiz, “Bunalımdaydı herhalde,” diye yorumladı.

Komşum da ölen arkadaşlarının kendilerine hiçbir sorununu yansıtmadığını, diş doktorluğu birinci sınıfı üç kez yeniden okumak zorunda kaldığını, ama dersleri pek önemseyen biri olmadığını ve ardında bıraktığı mektupların üzerine su döküldüğü (!) için, okunamadığını söyledi. İnternet haberlerine göre olayla ilgili soruşturma sürüyormuş. Yan apartmanda bir kiralık ilanı gözüme çarptı, o çocuğun dairesi mi acaba, hemen, daha olayın üstünden 10 gün geçmişken, yeniden kiralamaya mı çalışıyorlar diye merak ettim.

Bu tip olaylara ilişkin açıklamalarımız kolaycı: alkol, kişisel bunalım… Oysa 19. yüzyılda Durkheim insanların kendini öldürmesine kuralsızlık (anomi) kavramıyla toplumsal bir açıklama getirmişti. Diğer klasik ve çağdaş sosyologlar modern, bürokratik toplumdaki yabancılaşma olgusu üzerinde durmuş, örneğin, C. Wright Mills Amerikalı, beyaz yakalı çalışanların artık ürünler yerine, kişiliklerini pazarlamaya başladığından ve dostluk ve incelik (nezaket) gibi değerlerin de bunun aracı maskeleri olduğundan söz etmişti. Bugün bizler de gitgide kuralsızlaşan, ortak değer yargılarını yitirmiş, ilişkilerin yapaylaştığı bir toplumsal ortamda yaşıyoruz. Bununla ilgili farklı kişiler farklı bakış açılarıyla, her birinde haklılık payı bulunan, çeşitli tanımlamalar yapıyorlar. Örneğin, sosyolog Yavuz Çobanoğlu toplumsal hastalığımıza şu tanıyı koyuyor: “Bugün gelinen noktada devleti ve özeliyle, her yerde liyakatsizliğin getirdiği korkunç bir çürümüşlük seçilebiliyor. Ülke topyekûn vasatlık ile ahlâkî buhran içerisinde ve bu durum, yine aynı İslâmcı politikalarla, hatta çare olarak sunulan “İslâm ahlâkı”yla falan çözülecek gibi de görünmüyor.” (Mehmet Emin Kurnaz, BirGün Pazar, 21.10.2018) Gazeteci Ayşenur Arslan bir romana gönderme yaparak, ülkemizdeki güncel “normalin yeni sürümü”ne yönelik, toplu çabayı ortaya koyuyor: “Siyasi parti kadrolarından medyaya… Kimi akademisyenlerden kimi hukukçulara… Okumuş yazmış, dünya görüp mürekkep yalamış ne kadar insan varsa, memleketin anormal hallerini “normalleştirme” peşinde.” (BirGün, 20.10.2018) İnsanın aklına, cinsiyet, delilik, mekân, vb. kavram ve olguları açıklamak için sıkça kullanılan, klasik sosyolojik tümce geliyor: toplumsal olarak yapılmış (inşa edilmiş). Toplumsal gerçekliğimiz sürekli birtakım ideolojilere uygun olarak yeniden üretiliyor; tek tek olaylara yönelik açıklamalarımız ve tepkilerimiz de bu gerçekliğe göre biçimleniyor.

Bu sorunlu durumumuza, sembolik etkileşimci ya da sosyo-psikolojik bir yaklaşımla “aşağılık (pespaye) ilişkiler kuramı” adı altında bir açıklama getirilebilir mi? En küçük ikili ilişkilerdeki genel kötüleşmenin toplumsal çürümemizi ve ahlaksızlığımızı, özümüzdeki faşizmi (Lars von Trier’in Dogville filmindeki gibi) yeniden ürettiğini, çoğalttığını söyleyebilir miyiz? İnsanların birbirlerine davranış biçimlerini gözlemliyorum ya da alt katımda sürekli, “Var ya…” ile başlayıp, küçük oğluna sözlü şiddet uygulayan, mutsuz annede olduğu gibi, buna istemeden tanık oluyorum. İlişkilerde genel bir kabalaşma, aldırışsızlık, bencilleşme, yani kötüleme var. İnsanlar sanki karşısındakinde en ufak bir beklenti yaratmamak için çabalıyorlar ki en basit, normal bir davranışları ekstra bir iyilik (lütuf) gibi görülsün. Bu bilinçli bir kötülük mü, yoksa yalnızca, davranışsal yetenek (kapasite) sorunu mu? Başka türlü davranmak elimizden mi gelmiyor? Ya da başkalarına bize işyerinde, vb. davranıldığı gibi mi davranıyoruz? Küçük insanın bir yetki ve kendini önemli duyumsama gereksiniminden mi kaynaklanıyor, başkasına yönelttiği bütün aldırışsız tavrı? Kendi özgüvenimiz olmadığı için mi, başkalarına karşı iyice kabalaşıyoruz? Bir tür yansıtma mekanizması mı yani, sizinle buluşsak da, size zaman ayırmak yerine, cep telefonumuza gömülmemizin nedeni? Bunu yaparak, karşımızdakine neyi söylemeye ya da kanıtlamaya çalışıyoruz? Özel ilişkilerimizde sevgilimizi neden bowling topu gibi kendimizden bir uzaklaştırıp, bir geri çağırıyoruz? Bir ilişkiyi paylaşmaktan gerçekten ne anlıyoruz? Supremes’in “Baby Love” (1964) şarkısında söylediği gibi:

Aşkımızı çöpe atma
Lütfen bana böyle yapma
Eskisi gibi mutlu değilim
Yalnızlığa yenildim
(Don’t throw our love away
Please don’t do me this way
Not happy like I used to be
Loneliness has got the best of me)

Peki, kötülüğe kötülükle karşılık vermeyecek ya da çekip, gitmeyeceksek ne yapmalı? Elena Ferrante olağanüstü roman dizisi Napoli Romanları’nın bir yerinde şunu önermiş: “İnsanoğulları arasındaki her yoğun ilişki metal kapanlarla doludur ve ilişkilerin sürmesi isteniyorsa bunların üzerinden atlayabilmek gerekir.” (Elena Ferrante, 2015, Kayıp Kızın Hikâyesi, Everest Yayınları, s. 488) Bir tür, gülü seven dikenine katlanır yaklaşımı. Aşağı ilişki düzeyine uygun olarak, karşımızdakinden beklentimizi sıfırlamak, kötülüğü gurur sorunu etmemek, önemsememek, hatta tam tersine, kabalığın karşısında alttan almak belki işe yarayabilir. Yine de, bazen gerçek yaşamdaki bu aşağı ve sığ ilişkilerden, yaygın kabalıktan bunaldığımızda, insanların en iyi, inceltilmiş (rafine) ürünleri olmayı sürdüren, iyi romanlara, şarkılara, filmlere yönelebiliriz.