Suç örgütü lideri Peker’in uzun süren zorunlu suskunluğunun ardından gelen yeni açıklamaları gündemi sarsmayı sürdürüyor. Peker bu sefer de eski SPK başkanından onun akrabası AKP milletvekiline, bir CB danışmanından borsa analizi yapan ‘gazeteciye’ uzanan yolsuzluk iddialarını dillendirdi. Kendisinden rüşvet talep edilen Marka Yatırım Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mine Tozlu Sineren de katıldığı televizyon programında iddiaları doğruladı. Olayların ayrıntısı gazetecilik mesleğinin konusu. Hem Peker’in hem de Mine hanımın açıklamalarında yaşananların detaylarına ait birçok bilgi var. Bizi ilgilendiren daha ziyade bu örneklerin nasıl bir iktidar mekanizmasına denk düştüğünü göstermek. Çünkü bu mekanizma daha önce bildiklerimizden epey farklı; ve doğrudan Saray rejiminin geleceğini ilgilendiriyor.

***

Hep birlikte anımsıyoruz. Çakıcı’dan Çiller ve Ağar’a kadar birçok isim yeniden ortaya çıkıp, Peker’in ifşalarıyla skandal ve yolsuzluk ardı ardına iddiaları patlak verince herkes aynı soruyu sormuştu: “90’lara geri mi dönüyoruz?”

Halbuki bugünün Türkiye’sinde kurulmuş olan rant ve yolsuzluk ağı 90’lara ‘rahmet okutacak’ cinsten. 90’lı yıllarda kamuoyunu derinden sarsan Türkbank ya da İSKİ skandalı gibi pespayelikler şimdilerde olsa ‘küçük çaplı’ vakalar olarak görülüp birkaç gün içinde unutulurdu muhtemelen. Ne oldu da bu noktaya geldik? Sorunun cevabını AKP iktidarında yaşanan dönüşümde bulmak mümkün.

AKP 20 yıllık iktidarını, kamu kaynaklarının hangi aktörler aracılığıyla kimlere dağıtılacağını iyi planlamasına borçluydu. Burada kurulan yapının en önemli özelliği, dağıtımı sağlayacak kişilerin ve dağıtacakları payların aşağı yukarı belli olmasıydı. Merkezi aktörler ile yereldeki güçleri (özellikle AKP’li belediyeleri) bir makinenin dişlileri misali eşgüdüm içinde işleten bu sistem, kimsenin bir diğerinin kuyruğuna basmaması ‘prensibiyle’ çalışıyordu. Rüşvet karşılığında rant tahsisi merkezin icazetiyle yereldeki güçlerin rutin bir pratiği haline gelmişti. AKP en azından 2016’ya kadar hâlâ parti formunda faaliyet gösteren bir mekanizma olduğundan örgütsel işleyişi, payını alanın ‘kendisine düşen’ ile yetindiği bir çerçeveyi muhafaza edebiliyordu. Parti bürokrasisi memnundu, partiyle iş yapan sermaye çevresi memnundu, parti kanalıyla iş bulan ya da yardım alan seçmen memnundu. O yüzden itiraz yoktu, ifşa yoktu, kol kırılsa da yen içinde kalıyordu. Ancak son 5-6 yılda ‘tıkır tıkır’ çalışan bu sistem bozulmaya başladı.

***

Sistemin bozulmasına neden olan ve bugün Peker’in ya da kimi patronların konuşmasına yol açan gelişmelerin ardında iki önemli gelişme var. Bunlardan ilki yapısal: rejimin ‘tek adam’ niteliğine bürünmesi. İkincisi ise 2019 yerel seçimlerinde iktidarın en önemli büyükşehirleri, özellikle de İstanbul’u muhalefete kaptırması.

Saray rejiminin inşası ve AKP’nin bir parti olma niteliğini kaybetmesiyle iktidarın pastadan pay dağıtma mekanizmaları değişti. Sürekli şişirilen Saray bürokrasisi, rant paylaştırmada ana üs haline gelirken akraba, eş-dost ilişkilerini gözeten mikro rüşvet ağları ortaya çıktı. Paravan şirketlerin arkasına gizlenen bu mikro ağlar tüm kamu kurumlarını kuşatmış durumdalar ve o denli çoklar ki, eski sistemdeki gibi parti bürokrasisi tarafından haritalandırılamıyorlar. Rejimin sağladığı imkânları sonuna kadar kullanmak istediklerinden ‘izan’ ve ‘fren’ mekanizmaları da yok. Nasıl olsa yargılanmayız düşüncesiyle hareket ettikleri için hep daha fazlasını istiyorlar, böylece birbirlerinin kuyruğuna basma olasılıkları da artıyor.

***

Belli ki rant dağıtımı mekanizmasının işleyişi 2019 hezimetiyle birleşince durum zıvanadan çıkmış. Çünkü özellikle İstanbul’da oluşturulmuş yapı -tam manasıyla çökmese de- büyük zarara uğradı. Merkezi iktidarın İBB eliyle kaynak yaratma ve yandaşa transfer etme rutini bozuldu. Bu da daha önce belediye üzerinden geçinen rant ve rüşvet ağlarını parçalayarak yeni arayışlara yönlendirdi. Pasta küçülüp, pastadan dilim almak isteyenler çoğaldıkça o meşhur ‘gizli’ sözleşme rafa kalktı. Çatlak sesler, rüşvet verip karşılığını bulamayanlardan, aldığı payı beğenmeyenlerden ya da rüşvet çarkının dışına itilenlerden yükselmeye başladı.

Şimdi asıl soru şu: 1980’lerin sonundan 2000’lerin başına kadar bu toplum skandal ve yolsuzluklara tepki verirken bugün neden geniş çaplı bir itiraz örgütlenemiyor? Savcıların sessizliği mi bütün sorun? Elbette değil. Asıl meselemiz siyaset kurumunun, her yerden irin akarken buna karşı halkı merkeze alan, yolsuzlukla mücadele ile Siyasal İslam ve rejim sorunu arasındaki bağı gösteren bir siyasi hattı ve kampanyayı örememiş olması. Ya da örmekten kaçınması. Toplumsal muhalefetin de, “Sandığı bekleyin” diyen Meclis muhalefetini harekete geçmeye zorlayacak bir kapasiteyi henüz ortaya koyamamış olması. Sosyalistlerin cumhuriyetin 100. yılına giderken siyasal iddiasını yükseltebilmesi bu kapasiteye ulaşmak için omuz omuza vermekten geçiyor.