Irkçılık patalojik bir hastalık mıdır, yoksa hastalıklı bir doktrin/ideoloji midir?

“Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler”, “Kırmızı Başlıklı Kız” gibi pek çok masal kahramanını dünya edebiyatına armağan eden Grimm Kardeşler’in kenti Hanau’daki saldırı sonrasında bu tartışma bir kez daha baş gösterdi.

Her ırkçı saldırı sonrasında ‘hastalık’ gerekçesinin ileri sürülmesi, meselenin ciddiyetini törpülüyor. Irkçıları birer ruh hastası, ırkçılığı da psikolojik bir hastalık olarak nitelendirmek ırkçılığı hafife almaktır.

Kendini, kendi ırkını, kültürünü, dinini, toplumunu üstün görme, ötekine yaşam alanı tanımama üzerine kurulu bu hastalıklı bakış açısını “tedavi edilecek bir hastalık” olarak görmek yanlış bir okuma olur.

Teşhisin doğru konulması gerekiyor.

NEDİR PEKİ IRKÇILIK?

Öncelikle ırkçılık bir hastalık değil. Çeşitli yakıcı örneklerine yakın siyasi tarihte de rastlandığı üzere bir devlet ideolojisine de dönüşebilen hastalıklı bir doktriner ideolojidir. Tıpkı faşizm gibi.

ABD’de siyahların hakları için verilen mücadelenin simge isimlerinden Malcolm X’e atfedilen “Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır” önermesi ırkçılığı anlamaktan uzak olduğu gibi, sorunun çözümünün de yanlış yerlerde aranması demek.

Irkçılık hastalık olarak nitelendirildiğinde esas neden görünmez olur. Nedir o görünmeyecek olan? Irkçılığın bizzat insan eliyle/bilinciyle inşa edilebilen bir fikriyat olduğu. Üstelik bu fikriyat her gün yeniden üretilebilen cinsten.

Bir siyasal mühendislik çalışmasının sonucu olarak yabancı düşmanlığı, nefret, ötekini istememek, kendi kültürünü diğer kültürlerden üstün görmek öğretilen şeyler. Dolayısıyla kimse ırkçı olarak dünyaya gelmez. Bir genetik aktarım söz konusu değil. Biyolojik bir kökeni yok, haliyle babadan oğula kalıtsal olarak da geçmez.

IRKÇILIĞIN İMALATI

Kalıtsal olarak geçmez ama kültürel bir aktarım söz konusu olabiliyor. Batı’da özellikle de Avrupa’da son dönemlerde çeşitli korkular üzerinden etkili bir popülist söylem geliştiren aşırı sağcı liderlerin etrafında oluşan halka bu kültürel aktarımın sonucu.

Son dönemlerde artan bir şekilde bu “değerler” bizzat popülist bir takım liderler üzerinden her geçen gün yaygınlaştırılıyor.

Alexander Gauland, Björn Höcke, Geert Wilders, Nigel Farage, Marine Le Pen, Matteo Salvini, Heinz Christian Strache ve diğerleri. Bu aşırı sağcı liderler her gün nefret tohumları ekerken “ırkçılık virüsü”nü de yayıyorlar.

Birçok Avrupa ülkelerinde aşırı sağcılar ya iktidar ortağı veya ana muhalefet partisi konumundalar. Hemen her ülkede büyük bir oy oranına sahipler. Almanya, Hollanda, Belçika, İtalya, Avusturya, Norveç, Danimarka. Kıtanın dört bir tarafında yelkenlerini şişirerek dominant bir güç haline geldiler. Yükselişe geçen aşırı sağ dalga bizzat yürütülen politikaların bir sonucu.

Küresel neo liberal sistemin, kapitalizmin derinleştirdiği sorunlar yumağında debelenen kitleler ırkçı/faşist demagogların etrafında kümelenebiliyor. Faşist liderler kitleleri rahatlıkla manipüle edebiliyorlar.

UTOYA'DAN CHRİSTCHURCH'E

Alternative für Deutschland’ın (AfD) sosyal demokratları geçtiği Almanya’nın “masal şehri” Hanau’da da yaşananlar tesadüfü değil.

Genç, yaşlı, çocuk, kadın demeden elli kişinin öldürüldüğü Yeni Zelanda’daki Christchurch Katliamı, Norveç’te seksene yakın çocuğun katledildiği Ütoya Adası katliamı ve son olarak Hanau saldırısı ırkçılığın hafife alınmaması gerektiğini bir kez daha gösterdi. Beyazların üstünlüğünü savunan, yabancı düşmanı, ölümcül nefret ve ırkçı saiklerle hareket eden katiller bu katliamları hastalıklı bir bünyeye sahip oldukalrı için yapmadılar.

Gelinen noktada sorunun teşhisinin doğru konulup buna uygun yanıtlar aramak elzem. Almanlar şimdi bu yanıtın peşinde. Dışişleri Bakanı Heiko Maas da Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’ndeki oturumunda nefretin “tüm dünyanın acısını çektiği bir hastalık” olduğuna dikkat çekti. Şayet bir karşılık üretilmese tıpkı 20. yüzyılın ilk yarısında olduğu gibi karanlık bir kaos bütün dünyayı bekliyor olacak.