“İrlanda Güncesi,” Böll’ün en çok okunan üçüncü kitabıymış. Böyle olmasına şaşırmadım. Şu ana kadar okuduklarım arasında en iyilerinden biri

İrlanda Güncesi: Unutulmuşluğun yeşili

MELTEM GÜRLE

İrlanda’da öğrendiğim ilk derslerden biri, sabahları kimseden güler yüz beklememek oldu. Günün başka vakitlerinde gayet dost canlısı ve konuşkan olan Dublinliler, sabahın erken saatlerinde bir istiridye kadar kapalı ve ketum oluyorlar. Zamanla iyice alıştım buna, pek yadırgamıyorum.

Geçenlerde bir arkadaşımın hediye ettiği “İrlanda Güncesi”ni okurken benzer bir tespitle karşılaşınca çok hoşuma gitti. Heinrich Böll, daha önce adını duyduğum ama bir türlü okumak fırsatını bulamadığım bu seyahat notlarını 1957’de yazmış. Kitap bir yandan dönemin ruh halini aktarırken, bir taraftan da İrlanda’nın aslında ne kadar az değiştiğini gösteriyor. İtiraf etmeliyim ki, bu ikincisi benim için bayağı bir sürpriz oldu. Avrupa Birliği üyesi olmuş, birçok siyasi meselenin üstesinden gelmiş, birkaç ekonomik kriz atlatmış, kısacası 1950’lerden bu yana büyük değişiklikler geçirmiş İrlanda’nın, bu vakte kadar yaşam biçimi açısından da dönüşmüş olacağını beklerdim. Ne var ki, Böll’ün kitabını okurken, İrlandalıların kendi zamansız gerçeklikleri içinde yaşamaya devam ettikleri hissine kapıldım daha çok.

Heinrich Böll, Ada’da geçirdikleri ilk haftayı anlatırken, İrlandalıların tek heceli sözcüklerle konuşmaya meylettikleri yegâne zaman diliminin sabahın 7’si ile 10’u arasına rast geldiğini söylüyor. Bu saatler arasında sorduğu bütün sorulara aynı cevabı aldığını da ekliyor: “Şu tekne kimin biliyor musunuz?” “Sorry.” “Nereden ekmek alabiliriz?” “Sorry.” “Kapının önünde oynayan bu çocuklar kimdir?” “Sorry.” Aradan biraz zaman geçtikten sonra, artık bu saatlerde konuşmaya çalışmaktan vazgeçtiğini yazıyor. Kitabın “Varış” adlı bu ilk bölümü, yazarın bir eski püskü bir gazetecide, sigaraların ve mecmuaların arasında terk edilmiş gibi görünen bir Gonçarov romanı bulup satın almasıyla sona eriyor: “Oblomov’un buralardan 4000 km kadar doğuda ikamet ettiğini elbette biliyordum, ama insanların erken kalkmaktan nefret ettiği bu ülkeye pek yakışacağını düşündüm.”

Yine de, bu ülkeye ziyaretçi olarak gelen hemen herkes gibi Böll de, günün ilk saatlerinde oldukça suratsız olsalar da, İrlandalıların aslında çok sıcakkanlı ve konuşkan kişiler olduğunu teslim ediyor. Hatta onları birkaç kez Akdenizlilere benzetiyor ve Kuzey’den çok Güney’e ait olmaları gerektiğini ima ediyor. Ne var ki, bu karşılaştırmalar her zaman İrlandalıların sevecen tabiatı üzerinden yapılmıyor. Kiliselerin önünde biriken dilencilere bakarken şöyle diyor mesela: “Bu tür dilencilere ancak Güney’deki ülkelerde rastlanır; ama orada en azından güneş vardır [...] Burada ise, yoksulluğun üzerine hep aynı soğuk yağmur yağıp duruyor.” Başka bir yerde “Buna kötü hava denemez,” diyerek devam ediyor, “tıpkı kavurucu bir güneşe güzel hava demek gibi olur bu.” Yağmur, İrlanda’da mutlak ve tartışılmaz bir şey. Yoksulluk da öyle.
Ülkenin tümüne yayılmış yoksulluk ve çaresizlik, “İrlanda Güncesi”nin ana izleklerinden biri. Dublin’in kenarda köşede kalmış semtlerinde karşımıza çıktığı gibi, daha sonra yazarın bizi götüreceği taşra kasabalarında da gözümüze çarpıyor. Publarda salonun geri kalanından deri bir perde ile ayrılmış odacıklara gizlenerek içkide teselli arayan erkekler, iş bulamadıkları için başka ülkelere gitmek zorunda kalan kocalarını sadece Noel’de görebilen mahzun yüzlü kadınlar, sokaklarda yalınayak ve başıboş koşturup duran çocuklar. Hep bir mahrumiyet hali. Daha iyi ve yaşanabilir bir hayatın hep bir adım ötede – herhalde İngiltere’de – olmasının yarattığı bir kırgınlık ve eksiklik duygusu. Neyse ki herkes dondurma yiyebiliyor, diyor Böll bir yerde. Bundan bir teselli umarmış gibi. Dondurma İrlanda’da ucuz olan çok az şeyden biri çünkü.
Heinrich Böll’ün bu kitaptaki en büyük başarısı, İrlanda’yı saran bu ağır melankoliyi her zamanki sade ve etkileyici diliyle aktarıyor olması. Hiç abartmadan ve süslemeden, bu ülkeyi felce uğratan acıları anlatıyor bize. Fakirlik, göçmenlik, geri kalmışlık ve bunların hepsinin altındaki büyük gerçek: Senelerce sömürge olarak yaşamış olmaktan gelen çıkışsızlık hissi. Daha sonra taşraya doğru gidildikçe, bu çıkışsızlık hissinin gitgide arttığını söyleyecek: “Evet, İrlanda yeşil. Hem de çok yeşil. Ama bu yeşillik sadece çayırların yeşili değil. Aynı zamanda, her yeri kaplayan yosunların da yeşili [...] yani terk edilmişliğin, unutulmuşluğun ve geride bırakılmış olmanın yeşili.”

Yine de İrlandalıların aslında mutlu sayılabileceğini düşünüyor, Böll. Basit ve alçakgönüllü yaşamlarının onları içeriden bir yerden ısıttığına inanıyor. Mayo’da, Limerick’te, gezip gördüğü birçok taşra kasabasında karşılaştığı insanları hep büyük bir sevecenlik ve sıcaklıkla anıyor. Bir yandan onların yüce gönüllüklerini överken, bir yandan da kendi Alman katılığına içten içe gülüyor. Fakat onları biraz da dramatik buluyor besbelli. Kitabın bir yerinde hararetli bir tartışmaya girdiği Padraic’e şöyle diyor mesela: “Bence sandığınızdan çok daha mutlusunuz. Fakat ne kadar mutlu olduğunuzu bilseydiniz, muhakkak mutsuz olmak için bir sebep uydururdunuz. Mutsuz olmak için sebepleriniz var elbette, ama siz mutsuzluğun şiirsel tarafını seviyorsunuz, ondan besleniyorsunuz.”

Heinrich Böll’e bu konuda kısmen hak versem de, tam tersinin de doğru olduğunu düşünüyorum. Evet, bu ülkenin tarihi acılarla dolu. Belki de bu nedenle mutluluğa şüpheyle bakıyorlar. Acıklı şarkılar ve şiirler gırla gidiyor. Ama İrlandalılar mutsuzlukla bayağı arkadaş olmuşlar artık. Acılarıyla tatlı tatlı dalga geçiyorlar çoğu kez. Onları dudaklarının kenarına yerleşmiş muzip bir gülücükle karşılıyorlar. Sabah saatleri dışında tabii. Bunu akıldan çıkarmamak lazım.

“İrlanda Güncesi,” Böll’ün en çok okunan üçüncü kitabıymış. Böyle olmasına şaşırmadım. Şu ana kadar okuduklarım arasında en iyilerinden biri. Geçtiğimiz Aralık ayında 100. doğum gününü kutladığımız bu büyük yazarı bu vesileyle anmış olalım ve kitabında anlattığı usulde kadeh kaldıralım ona:

“Bir tane daha içelim,” dedi Padraic, “Yatmadan önce cila olarak.”
“Bir tane de yol için!”
“Bir tane de kedi için,” dedim.
“Bir tane de köpek için,” diye cevap verdi.