Bir Veyis Ateş sorunu değil; dahası adamla ilgisi bile yok olup bitenin. Afrinli yaşlı adam “özgür ordunun” (ÖSO) uyguladığı yağma ve tecavüzlerden yakınıyor, üzerinde AFAD yeleği olan çevirmen ise “YPG’li” diye çeviriyor. Ateş, diyelim olayın farkında değildi, aptal yerine kondu vs, ama kısa sürede öğrenmiş olmalı. Çünkü görüntüler yayımlanır yayımlanmaz hakikat ortaya çıktı.

O zamandan bu yana konu hakkında tek kelime etmemesi iki ihtimalden olabilir. İlki, zaten tezgâhın içindedir, ikincisi kullanılmıştır ama sineye çekiyordur. Gerçi İlahiyat Fakültesi’nde din felsefesi eğitimi almış ve uzun yıllar Din Bilgisi ve Ahlak Kültürü öğretmenliği yapmış olması, ihtimali teke indiriyor gibi; yine de o söylemediği sürece kesin konuşulamaz.
‘Medyacının’ yalan haber yapması, kamudan hakikati gizlemesi, çarpıtması bugünlere özgü değil. Genellikle de yapanın yanına kâr kalır. 12 Eylül Darbesi’nin en kanlı günlerinde, özellikle Ankara Emniyeti’nin ‘Derin Araştırma Laboratuvarı’nda (DAL) ve Mamak Cezaevi’nde süren insanlık dışı işkenceler ‘batı demokrasilerinde’ haber olmaya başlar. Cunta, Mamak’taki koşulları yerinde görmesi için ‘bağımsız gazeteciyi’ Mamak’a gönderir. Cezaevi avlusuna bizimkileri tek sıra dizerler. Bağımsız gazeteci gelir ve sıranın başında olan tutuklunun yanına gider, yüzüne yüzünü yaklaştırıp bir şeyler mırıldanarak konuşuyormuş gibi yapar. Tam o anda da diğer muhabir fotoğrafları çeker. Sonra giderler. Ertesi gün ‘karşılıklı konuşma fotoğrafı’nın altına haberi patlatır; işkence olmadığını söyledi! Bağımsız gazetecinin sözlerini aktardığı kişi davanın 1 numaralı sanığıdır. Eh, o işkence yok demişse yoktur! O ‘bağımsız gazeteci’ hâlâ gazeteci; hatta AKP ve RTE’nin en namlı muhaliflerinden biri, hâlâ yazıp duruyor, dürüstlük abidesi olarak.

Demem o ki Veyis’e bir şey olmaz. Şimdi her şey kayıt altında demenin de bir yararı yok. O kurtarır kendisini.

Mesele, Veyis’le aynı tezgâhtan ekmek yiyenler. Matbaa işçisi vb. değil söz ettiklerim. Diyelim aynı grubun gazetelerinde yazıp çizenler, televizyonlarında programa çıkanlar. Bazıları açıkça sosyal demokrat olduklarını söylerler, gaza geldiklerinde sosyalistlikten dem vurabilecek olanlar bile var. Medya etiği yazanlar var aralarında inanmazsınız.

Çoğunun tuzu kuru, o işe ihtiyaçları bile yok. O televizyon kanalındaki programlara ‘muhalif yorumcu’ olarak çıkanlar da var, belki telif bile almıyor olabilirler.

İşe ihtiyaçları da olabilir. Örneğin, TBMM’deki Çanakkale temsilinde son anda kadın oyuncu arkadaşlarına ‘sahne yasağı’ gelen erkek oyuncular. Birkaç saat önce birlikte prova yapmışsınız. Tam sahneye çıkacaksınız, kadınlar çıkmayacak, “Meclis Başkanı istemiyor”, denildi. Kadın arkadaşlarınızın gözleri yaşlı, aşağılanmış, dışlanmışlar. Yapacağınız tek şey “ya birlikte çıkarız ya da biz de çıkmayız” demek. Kahramanca mı? Hayır, sadece ve sadece ahlaki bir sorumluluk. Çünkü zulme boyun eğmeniz yaptığınız mesleğe, arkadaşlığa, insan olmaya ihanet etmeniz anlamına gelecek. Bir daha o arkadaşlarınızın yüzüne bakamazsınız ki!

Habertürk grubunun medya müdürünün hakikati açıkça çarpıttığı ortaya çıktı bir kere. Yani bu üstü örtülemez, göz ardı edilemez bir durum. Sosyal medyada çok sayıda iktidar yanlısı bile “böyle yaparak Türkiye’nin imajına zarar veriyorsunuz” diye eleştirdi. Artık bu grubun televizyon kanalına muhalif yorumcu kimliğiyle bile katılanlar dahil, orada yazıp çizen, kanaat serdeden her kim olursa olsun aynı ahlaksızlığın destekçisi olmuş olacak.

Mesele tam da burada yatıyor. Kötülük ve kötü insanlar ne kadar güçlü, ne kadar acımasız olsalar da “iş insanda bitiyor”, insan olarak kalabilmekte.

Netflix’te ‘Collateral’ adlı bir dizi yayımlanıyor. Britanya’daki mülteci sorununu odağına alsa da, İngiliz hükümetinin Irak işgalindeki suçlarından insan kaçakçılığına doğru genişleyerek yaşadığımız dünyanın nasıl kötülükle kaplanmış bir yer olduğunu; hükümetlerin, kurumların, siyasi partilerin, İngiliz ordusunun nasıl çürüdüğünü gözler önüne seriyor. Hani, İngiliz istihbaratına çalışan Türk kadının Kırıkkale’nin nasıl yaşanmaz bir yer olduğunu söylediği dizi.
Dizide üç tip insan var. İlki, zaten kötü olan ve kötülükten nemalananlar. İkincisi, kendi başlarına iyi olsalar da kötülüğün egemenliği altında yapacak bir şey olmadığını söyleyerek kötülüğe karşı çıkmayanlar. Üçüncüler ise hiç de öyle kahramanlık olsun diye değil, sadece doğru olanı yapmayı ödev bildikleri için, doğruyu yapanlar.

Mülteci kampından doğum nedeniyle hastaneye getirilen bir gebe, doğum odasına alınıyor. Kadını getiren erkek güvenlik görevlisi doğum odasından çıkmıyor. Iraklı gebe kadın utancından kahroluyor. Doğumu yaptıracak ebe (belki doktor), güvenlik görevlisine “kendi kampında ne yaptığın beni ilgilendirmez ama burada kararı ben veririm” diyor ve adamı odadan çıkarıyor.

Ebe, kamptan getirilmiş, kendisinden çok farklı bir gebe için, “bu zahmete girmeyebilir”. Niye başına bela alsın, değil mi? Gebe kadın öyle zorluklar içinde ki ne fark edecek, demiyor. Belki de mültecilerin gelmesinden rahatsız biridir, kim bilir? Oysa sadece doğru olanı yapıyor. Evet, Iraklı mülteci kadını çok zor günler bekliyor vs. ama işte o doğum sırasında, hiç değilse o sırada bir ‘insan’ son derece basit bir sorumluluk alarak, insanlığı kurtarıyor, bir an için bile olsa.

Kötülük kendi başına hiçbir zaman güçlü değildir. Kötülüğe güç veren, karşılaştığımız ufak tefek kötülüklere, bu da bir şey mi orada büyük kötülük dururken şimdi şu küçük kötülüğe karşı çıkmamın ne yararı olacak ki, dememiz, gözümüzü yummamızdır.