Sedat Peker’in videolarını, her bölümde entrikayı yükselten bir dizi gibi ilgiyle izliyoruz ama anlattıklarının, bizim sıradan hayatlarımıza etkisini pek konuşmuyoruz. Yani, memleketin uyuşturucu trafiğinde üretici ve lojistik sağlamaktan pazar haline gelmesinin ya da başka yasadışı işlerde kullanılacağı kesin olan bu milyarlarca dolarlık sermayenin bizi nasıl etkilediğini…

Uzun zaman önce dünyanın uyuşturucu pazarlarından biri haline gelmemizin yarattığı yeni düzen ile günlük hayatımızın daha da boğulmasına yol açan politikaların bağlantısını kurduğumuzda, bazı Güney Amerika ülkelerinde olup biteni de daha kolay anlayabiliriz oysa.

Olaya sadece uyuşturucu trafiği üzerinden bakmak da eksik kalır. Tarihi eser kaçakçılığından insan ticaretine ve en çok da silah ticaretine, aktörleri zaman zaman kesişen bir ağ var ortada. Bu ağın sadece popüler adıyla mafya tarafından yürütülemeyeceğini ise en azından Susurluk’u hatırlayan herkes bilir.

Sürümden kazanan uyuşturucu mafyası ile satıştan kazanan silah mafyası en bilindikleri olsa da devletle işbirliği içinde çalışan birçok farklı çetenin ortak özelliği, icazet almadan adım atamamaları. Dolayısıyla bu karşılıklı alışveriş, çetelerin zamanı geldiğinde “göreve çağrılacağı” üzerine kurulu. Tarihimiz de devletle ya da devletin bazı klikleriyle ters düşüp çete üyeleri veya devlet destekli örgütlerce öldürülen aydınlarla dolu.

Peker ikinci videosunda Mehmet Ağar’dan bahsederken hatırlattı, bu şekilde öldürülen gazetecilerden biri de Kutlu Adalı’ydı.

Sicilya ve Malta gibi Akdeniz’in “yasalarla sınırlanmamış” cennetlerinden Kıbrıs’ta yaşayan Adalı, Yenidüzen gazetesindeki köşesinde 23 Mart 1996’da “Başbakana Düşen” başlıklı bir yazı yazdı. Ardından gelen ölüm tehditleri 6 Temmuz 1996’da gerçek oldu, Lefkoşa’daki evinin önünde vurularak öldürüldü. Cinayeti “faili meçhul” kaldı.

Öldürüldü çünkü bir çete icraatını açık etmişti: “St. Barnabas’a silahlı baskın. Maskeli ve silahlı kişiler, ikon müzesindeki üç nöbetçiyi saf dışı edip bir odaya kilitledi. Trilyonlarca liralık ikonaların korunduğu tarihi müzeden nelerin çalındığı bilinmiyor. İkon müzesi dışında bulunan St. Barnabas’ın mezarı kazıldı. 12 basamak aşağıya inildi. Bu sabahın erken saatlerinde kadar hiçbir resmi makam açıklama yapmadı.”

Kutlu Adalı yazısına bu haberle başladı ve sivil araçlar kullanan 12-15 kişinin düzenlediği silahlı baskının dört saat sürdüğünü anlattı: “St. Barnabas’ın mezarının bulunduğu yeraltındaki 12 basamakla inilen mağara duvarlarının kazıldığı, çıkarılan taş ve toprağın arkasındaki çukurda, 1974 savaşında gömülmüş mücevher veya benzeri bir şeylerin arandığı, muhtemelen aranan şeyin alınıp götürüldüğü ve operasyonun dört saat içerisinde tamamlandığı anlaşılmaktadır.”

Akşam 23.00’te sonlanan baskının haberi polise ertesi sabah 09.00’da ulaştı. Baskını gerçekleştirenlerin kullandığı beyaz Renault Toros’un Sivil Savunma Teşkilatı’na ait olduğu iddia edildi. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’ndan hiçbir açıklama yapılmazken Hürriyet gazetesi “Mafya, KKTC’de Aziz mezarı soydu” diye manşet attı.

Olaydan beş gün sonra yetkililerce yapılan “İhbar üzerine askeri operasyon düzenlenmişti” açıklamasını inandırıcı bulmayan Kutlu Adalı “Eğer Başbakan Hakkı Atun durumdan haberdar ise bu görevi niçin polis ve çevik kuvvet üstlenmedi de maskeli silahlı güçler gecenin karanlığında, görevli sivil bekçileri 4 saat kilit altında tutarak yaptılar?” diye sordu.

Sonrası malumunuz, soru soran birçok gazetecinin akıbetini paylaştı. O zaman biz sormaya devam edelim: Bu işbirliğinden “resmi tarafın” kazancı sadece para mı? Yasadışı uyuşturucu, silah, tarihi eser kaçakçılığı ve insan ticaretinden elde edilen sermaye, kimleri zapt etmek, yönetmek, susturmak için kullanılıyor?