Geçen hafta kısaca değinmiştim; İşçi Partisi bir yandan seçimi neden kaybettiğini tartışırken bir yandan da yeni liderini belirlemeye çalışıyor. Parti içinde ve dışında çeşitli adayların destek bulduğunu söylemek mümkün. Keir Starmer ve Rebecca Long Bailey şimdilik önde giden iki aday.

Ancak önce şu seçim nasıl kaybedildi bir anlamak gerek. Patronlar lobisi ihaleyi Jeremy Corbyn’in kişiliğine çıkarmakta kararlı olsa da işin öyle olmadığını biliyoruz. Sonuçta aynı Corbyn çok benzer bir programla iki yıl önceki seçimlerde rekor düzeyde oy almıştı. Ama rakiplerin değiştiğini ve genel durumun değiştiğini unutmamak gerek. Yani aynı şeyi sürekli tekrarlamanın başarı getirmeyeceği aşikar.

İşçi Partisi 12 Aralık seçimlerinde yüzde 32.2 oy alabildi. Yüzde 40 aldıkları 2017 seçimlerine göre ciddi bir gerileme. Dar bölge seçim sisteminde böyle bir oy kaybı İşçi Partisi’ne 60 milletvekilliğine mal oldu.

Peki bu anti-Corbyn kampının iddia edildiği gibi en kötü seçim sonucu mu? Kesinlikle hayır.

Ed Miliband liderliğinde girilen 2015 seçimlerinde sadece yüzde 30.4 oy alınabilmişti. Oy sayısı olarak da Miliband’ın partisi Corbyn’inkine göre 1 milyon daha az oy almıştı.

Ondan önceki lider Gordon Brown ile girilen 2010 seçimlerinde ise 2 milyon daha az oy ile yüzde 29 seviyesine inilmişti.

Tony Blair kıl payı kazanabildiği son seçim olan 2005’te sadece yüzde 35.2 ile 9 buçuk milyon kişinin oyunu kazanabilmişti. Yani Corbyn’in aldığından 750 bin daha az kişiyi ikna edebilmişti.

Sonuç olarak Corbyn’in zaferi denecek bir durum yok ama son 20 yılın en iyi sonuçlarını aldığını ve liderliği devraldığı Ed Miliband ve Gordon Brown’dan çok daha iyi sonuçlar aldığını unutmamak gerek. Yiğidin hakkı yiğide.

Neden kaybetti sorusunun yanıtı biraz karışık.

Birinci neden İşçi Partisi’nin seçimin temel meselesi ve nedeni olan AB’den çıkma konusundaki mesajının net olmamasıydı. Gayet bulanık ve ‘şuna da bakacağız bunu da dikkate alacağız ve üzerine yeniden referandum yapacağız’ silsilesi ile anlatılması neredeyse imkansız bir politika belirlenmesi sorunların en önemlisiydi.
Çünkü karşı taraf gayet basit bir dille ‘Brexit’i halledeceğiz’ diyordu. Bu basitliğin arkasında gayet başarılı bir pazarlama kampanyası da vardı. Patronlar medyasının yoğun desteğini de unutmamak gerek. Ancak basitlik önemli. Muhafazakar Parti bu basit mesajının altını doldurmaya dahi yeltenmedi. Çünkü zaten durumdan sıkılmış kitleler için kesinlik ifade eden boş bir slogan yeterliydi.

İşçi Partisi için uygun strateji rakibinin aynısını yapmak olurdu. Yani ‘biz Brexiti daha iyi halledeceğiz’ gibi bir slogan ile girse ve detaylarda boğulmasa belki şansı vardı.
İkinci neden ise Muhafazakar blok oluşmasıydı. Çünkü birinci gelen partiye avantaj sağlayan seçim sisteminde blokları geçmeniz zor. Tony Blair’in benzer veya daha az oy oranlarıyla Parlamento’da muazzam çoğunluklar sağlamasının nedenlerinden biri de buydu. Brexit Partisi ve Muhafazakarların ittifakı ve karşı tarafın dağınık durumu seçimin sonucunu belirledi.

Üçüncü neden ise Muhafazakar Parti’nin yine başarılı pazarlama kampanyasının bir parçası olduğunu düşündüğüm rol çalmalarıydı. İşçi Partisi’nin vaad ettiği neredeyse tüm sosyal refah reformlarını sahiplenip ‘biz daha iyi yaparız, hatta bakın yapıyoruz’ manevralarının başarılı olduğunu düşünüyorum.
Dördüncü neden ise Corbyn’in doğruculuğu ve sempatik olamaması. Boris Johnson bütün yalanlarına ve faüllü hallerine rağmen eğlenceli ve sıradan bir karakter sergiledi. Bütün elit konumuna ve geçmişine karşın bunu yapabilmesi ayrı bir başarı. Ancak bu aksanlı konuşabilen soylu karşısında gerçekten sıradan olan Corbyn aşırı ciddi, soğuk ve uzak kaldı. Liderlik yarışında Corbinistalar mı yoksa yeni Blairciler mi kazanacak onu da haftaya tartışalım.
İyi haftalar ve bol şanslar.