Adettendir, her yeni yılda muhasebeler yapılır, beklentiler dille getirilir. İlki, geride kalana, ikincisi gelen yıla aittir. Bu yazıda, sözü edilen geleneği Türkiye işçi sınıfının bulunduğu yerden bakarak sürdürmeyi deneyeceğim.

Kişi, örgüt ya da toplumsal sınıf fark etmez, her düzeydeki öznenin muhasebe ve beklenti değerlendirmesi, içinde bulunulan toplumsal koşulların belirlenimine tabidir.


Mevcut haliyle Türkiye, süreklilikler ve kopuşlar diyalektiğinde kopuşların ön plana çıktığı, çok katmanlı bir kurtuluş/kuruluş süreci içindedir. Hükümet sistemi değişikliği, yönetsel erke istikrar kazandıramadığı için, oligarşik idarenin ideolojik tercihlerine uygun bir siyasal rejim inşası da gerçekleştirilebilmiş değildir. Öte yandan Anayasa’da tanımlanan laik Cumhuriyet de fiili olarak ilga edilmiş durumdadır. Bir kilitlenme söz konusudur. Evet, siyasal rejimin anayasal çerçevesi oligarşlik idare eliyle yürürlükten kaldırılmıştır. Lakin aynı idare kendi rejim tahayyüllerinin fiili uygulamalarını yasa düzeyine taşıyabilecek kapasiteden de yoksundur. Üstelik bu kilitlenme, uzun sürecek derin bir iktisadi buhran koşullarında yaşanmaktadır. Sonuç olarak Türkiye; hükümeti, idareyi, hükümet biçimini ve siyasal rejimi seçeceği/ yeniden kuracağı bir zaman dilimindedir.

O halde işçi sınıfı bakımından yeni yıl sorusu şöyle formüle edilebilir: Cumhuriyetin ikinci yüzyılındaki yeniden kuruluşunda Türkiye işçi sınıfının yeri ne olacaktır? Bu sorunun yanıtı önemlidir, zira yeniden kuruluşun karakteri ile ilgilidir. Bu durumda muhasebe işlemi de yüz yıllık bir kapsama sahip olmak durumundadır. Yüzyıllık muhasebe namına şu tespitleri yapabiliriz:

Türkiye işçi sınıfı, kurtuluş mücadelesine tereddütsüz destek sunduğu halde Cumhuriyet’in ne kuruluş ne de konsolidasyon yıllarında bağımsız ve etkili bir toplumsal güç olarak yer alabildi. 1920’li yıllarda işçi sınıfı mı vardı, diyecekler olacaktır. Etnik ve dini bakımdan heterojen Osmanlı işçi sınıfından Balkan ve
1. Dünya Savaş’ından geriye örgütlenme ve mücadele kapasitesi yara almış bir işçi sınıfı kalmıştır, ancak anılan yıllar için ifade edilen “sınıfsız kaynaşmış kitle” vurgusu, var olanın değil olması istenenin ifadesidir.

Türkiye işçi sınıfı, sendikacılığı aşan bir örgütlenme formu ve mücadele tarzı yaratamamıştır. Bir başka ifade ile Türkiye işçi sınıfının kolektif örgütlenme ve mücadelesi, ücretli varlığı ile sınırlı kalmış, üretici varlığını kavrayamamıştır.

Türkiye işçi sınıfının kendiliğindenci mücadele kapasitesi zayıf olduğu gibi güçlü tarihsel köklerden de yoksun kalmıştır.

Sendikalar, işçi sınıfının kolektif taleplerinin hem dile geldiği başlıca kanallar, hem de devletin işçi sınıfını kontrol ettiği başlıca mekanizmalar olmuştur. İşçi sınıfının bütünsel çıkarlarını savunan sosyalistlerin işçilerle temasında da sendikalar başlıca kanal olmuştur; dolayısıyla sözü edilen temasın kesilmesi de yine sendikalar eliyle gerçekleşmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci yüzyılında sınıf dayanışmasını ve işyeri inisiyatifini öne çıkaran sendikacılık biçimleri ve girişimleri devlet eliyle şiddetle bastırılmış, bunun yerine aşırı merkezi, hantal ve sınıftan kopuk bir sendikacılığın yerleşmesine kol kanat gerilmiştir.

Türkiye sendikacılık hareketi, neo-liberal sermaye saldırısının 30 uzun yılı boyunca, kimi heyecan verici mücadeleler vermekle birlikte, içine düştüğü temsil krizini aşamamıştır.

Türkiye işçi sınıfının yüzyıllık muhasebesi adına burada sıralanan 6 başlık kuşkusuz yeterli değildir. Yine de yüzyıllık bir muhasebe perspektifi ile Cumhuriyet’in karakterine işçi sınıfının katkısını sorunsallaştırmak, sanırım ikinci yüzyıl tahayyülleri bakımından anlamlıdır. İkinci yüzyılında Cumhuriyet’in sosyal vasfı, “bütçe olanakları” çerçevesinde işlerlik kazanan kamu politikaları ile değil de laik Cumhuriyet rejiminin asli karakteri olarak var olacaksa, bunun ön koşulu bellidir: Türkiye işçi sınıfı, kurucu irade olarak kendisini örgütlemek durumundadır. Bu da 2022’den beklentimiz olsun.