Kendi sınıf çıkarını gözetmek, sahibi olduğu sınıf sömürüsüne dayalı düzenin devamını sağlamak, kendi çıkarlarını tüm toplumun ve diğer sınıfların çıkarıymış gibi sunmak konusunda sermaye sınıfı son derece maharetlidir ve bu anlamda sınıf bilinci en gelişkin sınıftır. Sermayenin tutumuna ve davranışlarına bu bilinci yön verir, sermaye ona göre hareket eder.

Ancak sermaye sınıfı için bile bu bilinç “garanti” değildir; öyle ki tek tek sermaye sahipleri ya da farklı sermaye grupları bazen, sermaye sınıfının ve sermaye düzeninin uzun vadeli çıkarlarına zarar verecek şekilde kendi öznel çıkarlarının peşine düşebilirler. İşte o noktada devlet devreye girer ve sermaye sınıfının bütününü ve sermaye düzeninin uzun vadeli çıkarlarını garanti altına alacak adımlar atar, devlet sermaye düzeninde belki de en çok bunun için vardır.

Peki ya işçi sınıfı, çalışanlar, yoksullar? Onların “sınıf bilinci” ne durumdadır? Eğer burada kastedilen, yoksulluğun ve sömürünün sermaye düzeninden kaynaklandığı, bunun için de sermaye düzenini bizzat kendilerinin yıkması gerektiğiyse, günümüz işçilerinin ezici bir çoğunluğunda bu bilinç yoktur. Fakat bu, işçi sınıfının bütünüyle “bilinçsiz” olduğu anlamına gelmez. Emekçiler, yoksullar, en alttakiler, ortada adaletsiz ve haksız bir durumun bulunduğunu biraz da sezgisel olarak bilirler, ancak bunun mekanizmalarının bilgisine çoğu zaman vakıf olamazlar. Bu adaletsizliği ve haksızlığı görür ama bunun doğal olduğunu, böyle gelmiş böyle gideceğini düşünür, yoksulluk ve sefaletlerinin kader olduğuna inanırlar.

İnsanların maddi durumları, politik tutumlarını belirleseydi, işimiz sahiden çok kolay olabilirdi. Oysa bir işçi, bir yoksul, sırf işçi, sırf yoksul olduğu için eşitlikçi, adaletçi fikirlere sahip olmaz, düzeni değiştirmeye soyunmaz. Çünkü maddi gerçeklikle düşünceler arasında “doğrudan” bir bağlantı yoktur, burada “ideoloji” denilen şey devreye girer. Yöneten sınıflar yönetilenleri, kimi zaman “zor” da kullanarak bu düzene “razı” ederler. Televizyon, gazeteler, eğitim, din, milliyetçilik, hepsi yönetilenlerin rızasını almak için kullanılır, üstelik işe de yararlar.

“İşimiz kolay olabilirdi” demiştik. Evet, insanların sınıfsal konumu doğrudan politik bilinçlerini belirleseydi, bu mevcut eşitsizliğe ve sömürüye kendiliğinden itiraz etmeyle sonuçlanırdı ki, o zaman sol düşünceye de, sol siyasete de gerek kalmazdı. Emekçiler, yoksullar, ezilenler bu anlamda kendi göbek bağlarını kendisi keserdi.

Tam da bu nedenle, örneğin Soma’da onlarca işçinin yaşamını yitirmesinin ardından Soma halkının birdenbire bilinçleneceğini ve iktidar partisine oy vermeyeceğini, ya da alım gücü düşüyor, enflasyon yükseliyor, hayat giderek daha pahalı hale geliyor diye işçilerin otomatik olarak isyan edeceğini söyleyemeyiz. Çünkü az önce söylediğimiz gibi “ideoloji” iş başındadır ve buna elbette ki işsizlik korkusu, tutuklanma korkusu, kendinin ya da çocuklarının başına bir şey gelmesi korkusu eklenir.

İdeolojik mekanizmaların ve baskıcı uygulamaların dışında, tam da yoksul olmaktan kaynaklanan “hayatta kalma stratejileri” de, mevcut düzene ya da iktidara itiraz etmemede, hatta onu desteklemede büyük rol oynar. Türkiye özelinde, iki büyük krizin üzerine gelen iktidar partisinin, ülkeye gelen ucuz para sayesinde yeni bir krizi bugüne kadar erteleyebilmiş olması, şüphesiz ki alt sınıfların iktidara bakışı üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Borçlanma yoluyla da olsa tüketim olanaklarının artması, TOKİ sayesinde konut edinebilme, hayırseverlik üzerinden yürütülen ve son derece geniş bir kitleye ulaşan sosyal yardım politikaları, işçilerin, emekçilerin, yoksulların düzeni değiştirmeye değil ama “hayatta kalmaya dayalı” sınıf bilinçleri üzerinde son derece etkili olmuş, bu da siyasal tercihlerini belirlemiştir.

Dolayısıyla işçi sınıfı kendiliğinden devrimci olmadığı gibi kendiliğinden tutucu, yandaş, iktidar destekçisi de değildir.

İşçilerin, emekçilerin, yoksulların durumunu o an verili ekonomik ve politik güç ilişkileri belirler. Ekonomik kriz dönemlerinde alt sınıfların homurdanmaya başlama potansiyeli daha da yükselir ama bu otomatik olarak muhalif bir pozisyona dönüşmez. Yönetenler ideolojiyi ve baskıyı devreye sokarken, sol siyaset de bu ideolojik ve baskıcı mekanizmaları teşhir etmeye, geçersiz kılmaya, alt sınıflara yoksulluklarının nedenini anlatmaya ve mevcut durumu değiştirecek olanın bizzat kendileri olduğunu göstermeye çalışır. Yani belirleyici olan ideolojik-politik mücadeledir, sınıf mücadelesi de zaten bu şekilde kristalize olur.

Yazıyı, günlük bir gazetede yayımlanan bir köşe yazısı için fazla kitabi, fazla teorik bulanlar olacaktır. Ancak yazar kendini, “İşçiler zaten AKP’ye oy veriyor” cümlesinde somutlaşan, krizle birlikte artan işçi eylemlerine dudak büken, dahası henüz kendisinin de işçi olduğunun bilincine varamamış “orta sınıf apolitizmi”ne karşı bir şeyler söyleme mecburiyetinde hissetmiştir. Yazı da bu nedenle yazılmıştır.