Binlerce insanı göz kırpmadan kurşuna dizen, sırf Batılı oldukları için insanların başını gövdesinden ayırıp dünyaya servis eden, kadınları sistematik tecavüze maruz bırakıp köle pazarlarında satan bir örgütten söz ediyoruz

Binlerce insanı göz kırpmadan kurşuna dizen, sırf Batılı oldukları için insanların başını gövdesinden ayırıp dünyaya servis eden, kadınları sistematik tecavüze maruz bırakıp köle pazarlarında satan bir örgütten söz ediyoruz. Bu acımasızlıklarla karşı karşıya gelince, “vahşiler”, “caniler”, “barbarlar” yaftalamaları insanın ağzından kendiliğinden dökülüyor.

Ancak ortaya çıkan bu gerçekliği patolojik olarak değerlendirip bir yana bırakma lüksümüz yok. Karşısında duracaksak, neyin karşısında durduğumuzu anlamak zorundayız.

En genel hatlarıyla IŞİD gerçekliğini, İslam’ın ağır bastığı coğrafyalarda yaşanan kolektif kimlik krizine bu bölgelerden yükselen yanıtların sonunucusu olarak değerlendirebiliriz. Kapitalizm ve modernite projesine öncülük eden Batı, Doğu karşısında uzun süreli bir üstünlüğü elinde tutuyor. Bu gerçeklik karşısında gerileyen, geleceklerine yönelik karar verme yetisini yitiren “İslam ülkeleri” uzun süredir bir kimlik krizi ile karşı karşıyalar.

Bugünün dünyasında, Müslüman bireyin kim olduğu, nasıl bir geleceğinin bulunduğu, bu gelecek üzerinde ne kadar kontrole sahip olduğu sorularına tutarlı ve olumlayıcı yanıtlar vermek kolay görünmüyor. Kapitalist küreselleşme, kimlikleri tanımlayan toplumsal aidiyet, güven, süreçlerin kontrolünde olma gibi öğelerde genel bir aşınma yaratmakla birlikte, İslam coğrafyalarında yol açtığı aşınma çok daha derin ve kollektif niteliktedir. Dahası kapitalizmin küresel aşamasında, artan etkileşim ve eşitsizlikler nedeniyle bu kimlik krizi daha da derinleşmiş bulunuyor.

Bu özgün durumun yaratılmasında 20. yüzyılın sonlarına doğru ABD önderliğinde Batı’nın askeri müdahalelerinin büyük bölümünün İslam ülkelerine yönelmesi ve müdahaleler sonrası bu coğrafyaların daha da sorunlu hale gelmesi orta ve üst sınıf kökenli liderlerin yönlendirdiği köktenci ve şiddet kullanan siyasal hareketleri tetiklerken, bu hareketlerin İslam coğrafyalarında geniş toplumsal destek bulmasına da zemin hazırlamıştır.

11 Eylül’de El Kaide tarafından ABD topraklarına ve daha sonra diğer Batılı ülke kentlerine yöneltilen saldırılar Müslümanlık etrafında oluşan kimlik krizine bir yanıttır.

Bu yanıta Batı’nın karşılığı İslam dinine ve Müslümanlığa bakışın daha da şüpheci hale gelmesidir. Guantanomo insan haklarının devlet eliyle askıya alınışının sembolü haline gelirken, bu ülkelerde Müslümanlara karşı işlenen nefret suçları 11 Eylül sonrası dramatik biçimde artmıştır. Batılı ülke kentlerinde yaşayan Müslüman nüfus, hergün biraz daha kendi içine dönen gettolarda yaşamaktadır.

Bu çerçeveden bakıldığında, ne IŞİD’in ABD’nin son dönemlerde yoğun müdahaleler yaptığı Irak ve Suriye’de hızla kontrolü ele geçirmesi, ne de başta Batılı ülkelerden olmak üzere çok sayıda Müslüman gencin IŞİD saflarına katılması şaşırtıcıdır.

ABD açısından ironik olan, İslamcı hareketleri, “soğuk savaşın kalıntılarıyla” mücadelesinde araçsal görüp uzun süre destekledikten sonra, durumun vahametini El Kaide gibi örgütler belli bir güce erişip kendisine meydan okuduğunda kavrayabilmesidir.

Türkiye ve AKP örneği bu açıdan ilginçtir. İslam coğrafyasında yükselen köktenciliğe alternatif olarak ılımlı İslamcılık örneği olarak AKP’yi uzun süre destekleyen ABD’de de bu desteği uzun süre alarak büyüyen AKP’de, bugün artık bir yol ayrımındalar.

AKP’yi Türkiye siyasetinde özgün kılan ve önemli bir toplumsal destek elde etmesini sağlayan en önemli özelliği Türkiye’de yaşanan kolektif kimlik krizine (Sünni) Müslümanlığı öne çıkaran bir yanıt vermesidir. Bu Türkiye’de laiklere ve Alevilere olduğu kadar, Batı’ya da bir yanıttır. Böyle olunca IŞİD’le girilecek bir savaş bu yanıtı ve AKP’nin bu yanıt etrafında inşa ettiği siyasal kimliği büyük ölçüde anlamsızlaştıracaktır.

Tam da bu nedenle, AKP için, Suriye’de ABD’nin yanında IŞİD’e vurmak yerine, Esad’ı ve Kürtleri karşısına almak tutarlılığını koruyabilmesi açısından daha anlamlı görünüyor. Ne var ki bu tür bir stratejinin uluslararası alanda yalnızlaşma riski taşıması yanında, içerde Kürt siyasal hareketi ile iplerin kopmasına yol açması kaçınılmaz. Böylesi bir tercih kötü sinyaller veren ekonomiyi krize iterken, halihazırda inşası süren “AKP devleti”ni daha da baskıcı hale getirecektir.