2-3 gün sonra tam 3 ay olacak, ikisi daha süt kuzusu, 49 vatandaşımız rehin IŞİD’in elinde.

2-3 gün sonra tam 3 ay olacak, ikisi daha süt kuzusu, 49 vatandaşımız rehin IŞİD’in elinde.
Bütün devletler kendi görevlilerini Musul’dan çekerken, inatla orada tutuyorlar bu insanları; Erdoğan, Davutoğlu ve faşist çekirdek.

Büyük gaflet: Başta Davutoğlu, sorumluların en azından istifaları gerekir. En azından diyorum, zira kendi şan ve şerefleri uğruna başka insanların canını ortaya sürdüklerine göre, aslında, yine başta Davutoğlu olmak üzere Erdoğan ve istihbaratçılık için maaş alıp Erdoğan’ın muhaberatçılığına soyunan Hakan Fidan’ın harakirileri gerekir; harakiri, yani ‘şeref/utanç intiharı’.

Aslında buradaki gaflet, sadece gaflet olamayacak kadar büyük: Musul’daki Türkiye toprağının ve insanlarımızın yeryüzünün en hunhar katillerine Ankara kararıyla tesliminden 15 saat, yani bir sürü şey yapılmasına izin veren bir süre önce, MHP’li Sinan Oğan Meclis kürsüsünden haykırıyor: “Besleyip büyüttüğünüz IŞİD bizim başkonsolosluğu kuşatmaya başladı, bir şeyler yapın”. AKP’lilerin tepkisi ise, terbiyesizce “atma”, edepsizce “delil göster” demek oluyor.

Bu yaratıklar, olaydan sonra utanıyorlar mı? Tabii ki, hayır. Tam tersine, Oğan’ın üzerine saldırıyorlar, hem de bire altmışlık bir sürü halinde; bu iktidarın IŞİD’den yana, Türkmenlere de nasıl ihanet ettiğini yüzlerine vurması üzerine.
Bunların üzerine saldırdığı/saldırttığı bir tek Oğan ve Türkmenler değil. Ezidîler, taa en baştan hedef gösterilmiş, “bunlar Zerdüşt” diye diye. Ama asıl canîlik Rojava üzerine: Rojava halkı sadece yurtsever değil, ulus-ötesi birlikteliği şahsında somutlaştırarak bütün insanlığa yol göstermiş bir yiğitlik efsanesi. Ayrıca şu da var ki, Rojava gerçekliğinin hem manevî omurgası, hem de teorik babası bizden biri, -bütün ceberrutluk ve pisliklerine rağmen ‘bizim’- Cumhuriyet’in bir çocuğu: Abdullah Öcalan.

Bu AKPliler için ‘saldırıyorlar’ ifadesini kullanmak bile büyük iltifat: Oğan’ın üzerine ‘salınıyorlar’. Salınıyorlar; zira bunlar boş kağıdın altına imza atmış canlılar, kimin AKP’nin cumhurbaşkanı olacağı konusunda.

Şeref, haysiyet, kişilik ve izzet-i nefis meselesini bir yana bırakalım, burada emanete ihanet, kendisine ait olmayan bir şeyi başkasına devretmek, müvekkili yerine vekalet vermek, kısacası dolandırıcılık/sahtekârlık var; ki, bu hukuken büyük suç. Ancak bu suç için cezalandırılmadan önce, bu canlıların milletvekillikleri de kendi imzalarıyla düşmüş oluyor; ki, işte bunu resmen ilân etmek de gerekiyor.

Siyasî açıdan vahim ve affedilmez olan ise, vekillikten kendi imzalarıyla fiilen ve hukuken istifa etmiş olan bu canlıların hep birden aynı bir siyasîye yetkilerini devretmiş olmalarıdır; ki, bu da hile-i şeriye yoluyla otokrasinin tesisi, dolayısıyla tam tamına bir rejim darbesidir: Boş kağıdın altına milletvekili sıfatıyla imza atanları idamlık bir suçtan yargılanmaktan kurtaracak tek şey, kendilerini cezaî sorumluluk sınırları dışına çıkartmak üzere, kendi üzerlerindeki fiilî Erdoğan vesayetini resmîleştirip hacir altına alınmalarıdır.

“Buradaki gaflet, sadece gaflet olamayacak kadar büyük” dedik: İşin içinde çok büyük ihtimalle dalâlet ve hıyanet de var. Musul faciası, bence bir AKP-IŞİD ortak operasyonu. AKP, daha doğrusu merkezinde Erdoğan, Davutoğlu ve Hakan Fidan bulunan aktif/operasyoncu çekirdek, kendisiyle ruh kardeşi, cihat yoldaşı ve siyasal müttefik oldukları IŞİD’e yardım, destek, yol/ön açma faaliyetlerine son vermeme, bu canilere karşı tavır almama, tavır alacaklara katılmama, onların elini kolunu bağlama konusunda bir bahane olarak kullanılmak üzere 49 insanımızı bu canilere teslim etmişlerdir: “Biz bir şey yapamayız, ellerinde bizim rehineler var; aman, siz de bir şey yapmayın.”

Burada artık tam tamına bir ‘haute trahison’, yani en yüksek düzeyde bir ihanet, dolayısıyla en mükemmelinden idamlık bir suç vardır; ama Davutoğlu iki ölüm (intihar ve idam) arasından sıyırtıp başbakanlığa yükselir, ‘reis’i tarafından atanan bir ‘seçilmiş’ olarak ve de hiç mi hiç utanmaz.

Davutoğlu utanmaz; zira, utanmak yetişkin insana mahsus bir haslet iken, kendisi geç kalmış bir çocuktur; sultan kıyafetine sokulup çekilmiş fotoğrafına takılıp kalmış sünnet çocuğu misali.

Sultan kıyafetinde oğlan çocuğu; ama, büyük ölçüde de dişil hatlara da sahip bir figür: Her müsamerenin gönüllü sunucusu, boyundan büyük lâf kalıplarıyla konuşup ister aşkî olsun isterse hamasî, her türlü şiiri aynı coşkuyla okuduktan sonra elleriyle eteğini iki yana hafifçe kaldırırken kendisi de bayağı bir eğilerek davetlileri selamlayan kız çocuğu.

Büyümüş de küçülmüş: Paradoksal olarak, gerçekten büyüdüğünde de küçük kalıp öldüğü güne kadar bütün hayatını rüştünü ispat etmek için kendi kendisiyle yarışarak geçiren trajikomik yaratık.

Davutoğlu çok okurmuş; kütüphaneden aldığı kitapları arabasının bagajına doldurup da götürürmüş. Kendisi de kitap aşığı olduğunu söylüyor. Kitap olmayan odada yatmazmış bile: Allah söyletiyor; kendisi –en geniş anlamda- ‘yatma’yı bile kitaptan öğrenmeye kalkacak tiplerden.

Taşralı ikbalperest: Kendi kasabasında tek bir kızla bir defa bile karşılıklı çay içmeden geldiği büyük şehirde ‘Kız Tavlama Sanatı’nı ne kadar çabuk ve ne kadar altını çize çize okuyup ezberlerse, o kadar çabuk da karşı konulmaz bir çapkın olacağını zanneden ezelî-ebedî bir ergen. Sıfır sürtünme, sıfır yıpranma, dolayısıyla sıfır eskimeyle sıfır enerji harcayarak sonsuza kadar çalışacak ‘devr-i daim makinesi’nin mucidi Con Ahmet’in sosyo-mekanik versiyonu.

Sosyo-mekanik versiyon; zira, bütün insanî faaliyet ve ilişkileri ‘hakikatsiz’ PR teknikleri üzerinden götürürken, yani Reyhanlı katliamı dahil her şeyi sevimli ve ‘içten’ bir gülümsemeyle ifade ederken de, ancak parti kürsüsüne ve otobüsünün üstüne çıktığında da en şedidinden bir saygısızlık ve saldırganlıkla konuşurken de kendisi değil; PR tekniği uyguluyor. Kendisi ise fundemantalistliğine hapsolup kalmış ve de fundemantalizm, insanın ‘insan’a ulaşmak için en fazla metre tırmanmak zorunda olduğu derinlikte bir mağara.

Fundemantalist için, bütün doğrular, yani insanın sorabileceği bütün soruların cevapları bir kerede, bütün zamanlar ve bütün insanlar için geçerli olmak üzere ve bütün insanları bu doğruların hizasına çekmeyi görev edinmesini gerektirecek şekilde kendisine verilmiştir: Fundemantalist, sadece dogmatik değil, peşinen adanmış bir canidir de. Evrensel hakikatleri yaşanır kılma ‘dava’sı karşısında fanî bireylerin canının ne önemi vardır ki; işte o yüzden de Berkin’i öldürmekle yetinmez, anasını da yuhalatır bu katiller.

Fundemantalist için mümkün ve muhtemel soruların cevapları bir defada tümüyle verilmiştir; Tanrının varlığı yokluğu veya nereden gelip nereye gitmekte olduğumuzdan hangi elimizle (tabiî ki sol) kıçımızı sileceğimize kadar. O yüzden de, fundemantalist, araba bagajı değil isterse TIR dolusu kitap okusun, bilim adamı kesinlikle olamaz; zira, bilimsel faaliyetin temeli hasbî tecessüs, yani çıkar gütmeyen (dezenterese) merak, açıklayıp anlama iştiyakıdır. Oysa fundemantalist, ne okursa ve ne kadar okursa okusun, kendi iman ettiği doktrinin vaz ettiği dogmanın dışına çıkamaz. Bütün yapacağı, okudukları üzerinden kendi inancına delil bulmak, bulamazsa üretmek/uydurmak/imâl etmektir. Kısacası, hangi konu ve kavram olursa olsun, onun üzerine söylenmiş ve yazılmış olanların bilgisini edinmenin ve biriktirmenin ötesine geçemez: Wien, Vienne, Vienna ve Viyana’yı bilir ama, bunların hepsinin aynı şey olduğunu bilmez; Davutoğlu’nun da fundemantalizm ve selefîlik (‘halef’ten önce gelenlerin vaz edip yaptıkları dışında ortaya koyulmuş her şeyi ‘temel=fondöman’a ihanet, dolayısıyla mürtedlik=dinden çıkma ve kafirlik addedetme) hakkında bir sürü bilgiye sahip olup bunları ince ince ve maddeler hâlinde söze ve yazıya dökebilmekle birlikte selefî, fundemantalist ve de bizzat kendisinin aynı şey olduğunu bilememesi misali.

Davutoğlu için bilgi, bir seks işçisinin kendi piyasa değerini yükseltmek için dudağından kalçasına kaplattığı silikondur; ya da Davutoğlu, konjonktürel ile kojektürel’i ayırt etmesine bile izin vermeyen ‘teorik donanım’sızlığını sergilerken, tanecik ve yapracıkları sıcak su üstünde dolanan demlenmemiş çay –annemin deyimiyle ‘imamın sidiği’- gibidir.

Yeni başbakanı tarif etme konusunda işe yarar diye şunu da söyleyebiliriz: Erdoğan da, kendisi de herhangi bir IŞİD’çi rahatlığıyla kelle kesebilecek olsa da, Erdoğan bu işi ‘şiddet ve cinayet de siyaset sanatının bir parçasıdır’ diye hiçbir duyguya kapılmadan, Davutoğlu ise büyük bir şevk ve iştiyak içinde yapacaktır; dedik ya, arkadaş, ne kadar büyük rolü oynamak isterse istesin, aslında geç kalmış bir çocuktur, dolayısıyla da heveskâr.

Eski ve yeni başbakana birlikte değindiğimiz bu yazıyı bitirmeden önce şunu da belirtelim: Erdoğan, rakip ve muhalifleriyle ‘musahafa’(tokalaşmak, el sıkışmak)dan söz etmeye başladı; (Davutoğlu’nun jinekolog olan karısının erkeklerle el sıkışmadığına da bakarsak) jinekoloğunun bile erkekle el sıkışınca hamile kalınacağını zanneden bir camianın el diye bize neyi uzatacağına, el diye uzattığının gerçekte ne olduğuna özel bir dikkat göstermek; tercihen da bu tip yaratıklarla değil fizikî, en basit göz temasından bile kaçınmak gerekir; zira, biz insanlar onların gözüne bakıyor olsak da, onların gözü mutlaka bizim başka bir yerlerimizde olacaktır.